Sessiz Göç. Анонимный автор

Sessiz Göç - Анонимный автор


Скачать книгу
dedenin kiremit çatılı, ufacık, güzel evi, bahçenin tam ortasında duruyordu. Vasi dede o evi de çok severdi. Evin ortasında ise masa ve masanın etrafında da uzun iskemleler vardı. Çamur olmasın diye evin zemini tahta döşeme yapılmıştı. Evin etrafı parmaklı çitle ve çalılarla kaplıydı. Vasi dede, hava çok sıcak olduğunda ya da çok yorulduğunda bu küçük, şirin evin içinde otururdu. Akrabalarının ve misafirlerinin çoğu da bu evde oturup dinlenirler, Vasi dedenin ikram ettiği bir fincan kahveyi içerek dertlerini anlatır, sorularına cevap ararlardı.

      Evin yanında zerdali, elma, armut, kiraz ve şeftali ağaçları vardı. Bahçede, kapının önündeki çiçekler ta ilkbahardan güze kadar açar, etrafa sevinç ve neşe saçarlardı. Leylak, lale, zambak, sümbül, papatya, karanfil, altıncık ve gülfatma… Bahçede her çeşit çiçek vardı. Kırmızı, beyaz, sarı ve mor güller, burcu burcu kokularıyla insanı adeta sarhoş ederdi. Bu çiçeklerden bazıları, güz mevsiminde, Meryem Ana’nın güzelliğini görmek için geç açarlardı. Güz çiçeklerinin güzelliği, yılın son renkli cömertliği olurdu.

      Bahar geldi mi, elma, armut, kiraz, zerdali, şeftali… Bütün ağaçlar çiçek açar, bu büyülü çiçekler köyü beyaz bir gelinlik gibi kuşatırdı! Gagauzların, Bulgarların, Moldovanların evleri, sanki bu beyaz çiçekler arasına saklanırdı. Bu uçsuz bucaksız çiçek denizi içinde, akşamları köydeki evlerin sadece pencere gözleri parlardı. Evler bu çiçek deryasının büyüsü bozulmasın diye sessizce dururlar, kıpırdamaya korkarlardı adeta. Ancak zalim rüzgâr ikide bir hırçınlaşıp uğuldar, bu ilkbahar gelinliğinin duvağını savururdu. Rüzgâr, bu beyaz köpüklü denizi andıran bahçeleri dağıtır, ağaçların duvaklarını yolar, o gelinlerin bembeyaz saçlarını, takılarını, süslerini, saçlarını dağıtır ve büyülü kokularını dört bir yana savururdu…

      Köydeki her evin, her ailenin, her bahçenin ayrı bir sesi, ayrı bir kokusu vardı. Sadece evlerin yanında yer alan ahırlardaki hayvanların kokusunu tahmin etmek çok zordu. Çünkü her ahırın ayrı ayrı sakinleri vardı. Bu sakinler at, eşek, inek, domuz, koyun ya da keçiydi. Bu hayvanların sesleri birbirine karışınca ineklerin iri sesleri, kuzuların, oğlakların ince seslerine karışır ve bir hayvanlar senfonisi başlardı… Kuşların sesi de bu seslere karışarak gökyüzünü doldururdu. Leylekler damın üstündeki yuvalarında “Tak tak!” takırdar, güvercinler saçak boylarına dizilip gugurdarlardı. Horoz kendi sesiyle hepsini bastırmayı ister; ama öfkeli hindinin karşısına çıkamazdı. Ördekler suyun içinde yüzerek bağırırlar, ama kime bağırdıkları belli olmazdı. Hepsi de gevezedir, akşama kadar “Vrak! vrak! vrak!” öterler. Köydeki bütün evler, bütün bahçeler çeşit çeşit canlılarla, türlü türlü seslerle, rengârenk çiçeklerle, farklı kokularla doluydu…

***

      Bu bahçeler, bu köy kokusu, rüzgâr esince kır kokularıyla karışıp tazelenir, ama unutmayın, o kır kokularını hissetmek daha ana evinden, ana eşiğinden başlar. Ana evi ki, bu dünyadaki en güzel evdir… İşte bu ev, ana evin!… Uzun boylu, kıvırcık saçlı gür üzüm asmaları, bu evi ta sokaktan itibaren sarar, sarmalar… Evden biraz uzaklaşınca serin sulu pınarın yanından geçip bir daracık patikaya düşersin. Bu patika seni sürülmemiş bir tarlaya çıkarır. Hep traktörlerin, biçerdöverlerin ve türlü makinelerin hırıltısını duyarsın. Çiftçilerin sesleri gelir kulağına. Çiftçiler ki, kendi alın terleriyle başkalarını da doyurur. Onların içinde senin de ağabeyin, kardeşin, amcan, dayın, enişten ya da başka bir akraban vardır. Bu köyde ise sana hiç de yabancı olmayan deden, ninen, halan ya da teyzen, kardeşlerin veya dostun, akraban, komşun yaşar. Dünyadaki tüm insanlar akrabalarının arasında doğar ve yaşar. Bu hayvanların, bu kuşların, bu seslerin, bu ağaçların, bu çiçeklerin, bu yeşilliklerin arasında da hayattan feyz alır… Bütün bunlar insanın tüm hayatı boyunca onu sarar, kuşatır, olgunlaştırır… İnsan daha doğuştan alışır bunlara, alışır ve daha sonra köyden, vatanından ayrı yerde, gurbet illerde yaşayamaz olur…

      Sadece ana evinde, sadece kendi köyünde çocukluğunla, küçüklüğünle buluşursun. Sadece ana evinde çocukluktan kalan elbiselerin, ayakkabıların, kızak ve başka oyuncakların vardır. Sadece bir cevize, bir elmalı şekere, bir sakıza sevinirsin. Şimdi Audi’ye, Mersedes’e sevinemiyorsun. Şimdi nerede ana evinin, ana koynunun büyüsü? Bir an bile unutulmaz o anlar. Her sabah bir kısa gömlekle yalınayak çıkardın eşiklerin üstüne… İlk önce sen selamlamak isterdin doğan güneşi. Kalaylı bir tepsi gibi parlayan sabah güneşini görmeni bu ağaçlar engellerdi. O ağaçlar nasıl da dallarını, kollarını uzatıp evin üstüne kapanmıştılar. Hele bir ağaç vardı ki, sanki başka yer bulamamıştı da yapraklarıyla evin bacasına sarılmıştı.

      Bu köyün manzarasını güzün seyretmek ne kadar da güzeldi. Asmalara üzüm salkımları asılı dururdu. Kara, üzümler, beyaz üzümler, kehribar gibi sarı üzümler… Üzümler ki, güneşin ışığını, rengini alırlar, şekerin, balın tadını alırlar ve görenlerin ağızlarını sulandırırlardı.

      Bu ev, bu kapılar, bu üzümler, bu kırlar, bu serin pınar, bu salkım söğütler, bu çiçekler, bu dedenin masalları, bu annenin türküleri, bu köyün âdetleri, gelenekleri, bu… Bunlar senin ana ocağın, ana toprağın, ana yurdun. Unutma! Bu kutsal yere dönmemek mümkün mü?! Hem başka yolu da yok! Nasıl olsun ki! Çünkü sen bu köyde, bu evde ilk sözünü söyledin, ilk adımını attın, okula ilk burada gittin, annene, babana ilk karneni burada getirdin. Bu evde, bu köyde seni tanırlar, bilirler. Yalnız evdekiler, akrabalar değil, komşular da, yabancılar da bilir, tanır seni. Akrabalar, köylüler büyütürler burada insanı. Elinden gelen ne varsa yaparlar. Sen ne zaman iyi, güzel bir iş yapsan sevinirler, gururlanırlar; ne zaman kötü bir iş yapsan gücenirler, üzülürler. Sadece ana ocağında, memlekette değil, uzak illerde, uzak diyarlarda da sizin ilerlemenizi akrabalar, köylüler hep uzaktan seyrediyorlar. Çünkü vatandan daha kıymetli bir şey yok. Belki de o yüzden her insan kendisini akrabalarına, komşularına iyi göstermek için hep çalışmalı…

***

      Sıcak yaz da geldi geçti. Serin sonbahar işe koyuldu. Eylül ayı… Birden hava karardı. Tabiatın beti benzi attı, yeşillikler sarardı… Bir ay daha geçti. Güneş artık arada bir göstermeye başladı o sıcak yüzünü. Yer gök kızardı. Her yer tan yeri gibi kızıl bir renge büründü. Belliydi, bu güzden, bu kızıllıklardan kurtuluş yok. Sadece ağaçların, çiçeklerin yaprakları yanmazdı güzün, gökyüzündeki bulutlar da yanardı. Sarı yapraklar, tıpkı kıvılcımlar gibi bütün dünyayı kapladı. Rüzgâr, yaprakları, kâh koparıyor, kâh çukurlar içine yığıyor, kâh kırlara, bayırlara savuruyor, renkli bir kilim dört yana dağıtıyor. Bulutları da yapraklar gibi örseleyip sürüklüyor rüzgâr. Bulutlar sanki kendilerine gökte yer bulamamış gibi sağa sola kaçışıyorlar. Deli rüzgâr, göğün en yükseğinde bile bulur bulutları. Bulutlar büyük bir korkuyla gece gündüz ağlarlar, durmadan yaş dökerler bu mevsim.

      Yalnız bazı günler hava sanki gülümser, güneş parlak yüzüyle şöyle bir bakar dünyaya ama sonra yine uzun bir uykuya dalar, sönüp gider. Sonra bulutlar yine hasta bir kadının taranmamış saçları gibi, bütün gökyüzüne yayılırlar. Gölgeleri yeryüzünü kaplar ve gene gece gündüz ağlarlar, tıpkı bir ananın hasta çocuğunun başında ağladığı gibi.

      Kış yaklaştıkça, güneş yeryüzünden uzaklaştıkça, tabiat önce sararır, sonra kararır, zindan gibi koyu bir siyahlık çöker. Tabiat artık sırtındaki rengârenk elbiselerden soyunur. Havanın nefesi günden güne soğur. Tabiatın başına, zülüflerine kırağı düşer. Havanın bakışı donuktur. O zaman sadece, yaşlı çamlar ve taze çam fidanları çıkarmaz yeşil elbiselerini. Çamlar, uzaktan tabiatın ne kadar derin bir uykuya hazırlandığını seyrederler.


Скачать книгу