Sessiz Göç. Анонимный автор
neresiydi acaba? Bu türkü niçin bu kadar acılı, dertli söyleniyordu? Türk şairlerin ezbere bildiğim şiirleri geldi aklıma. Birden Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazdığı nasihat şiirinin bir dörtlüğü döküldü dudaklarımdan.
“Ömrünün dört faslı var,
Üçü kış, biri bahar.
Çalış ki görmesin kar,
Sendeki nisan kızım.”
Belki de bu dörtlüğü hatırlamamın nedeni nisan ayında olmamızdı. Otobüsün camından dışarı baktım, Türkiye’nin, göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovalarını, heybetle yükselen dağlarını, o güzelliklerini seyrettim uzun uzun. Otobüste, kimsenin bana aldırış etmemesi dikkatimi çekti. Herkes kendi halindeydi. Kimi yatmış, kimi gazete okuyordu… Gözüm gazete okuyan birine ilişti. Az kalsın gidip:
“Ağabey, bu gazeteyi ben de okuyabilirim. Ben bunu okumak için nelere katlandım, neler çektim. Bizler bu gazeteleri okumaktan dolayı mahkemelere çıkartıldık. Bu sebeple cezaevlerine atıldık. Sen öyle bacak bacak üstüne atıp bu gazeteye hor bakma, sayfalarını yavaşça katla,’ demek istiyordum…
Muavin yolculara su ikram ederken yanımdan geçiyordu. Göz göze geldiğimizde, ona gülümseyerek; “Ben seni tanıyorum, ben Kerkük’ ten geldim. Hani kendi hayalimde, kendi dünyamda sana selam verirdim. Sen de selamımı alırdın. Sohbet ederdik. Burada oturan yolcularla da tanışıklığım var. Hepsiyle, hemen hemen hepsiyle konuşmuşluğum vardır,” demek istiyordum.
Biz zannederdik ki, İstanbul’a vardığımızda herkes bizi tanıyacak, oradaki insanlar bize kucak açıp, çiçeklerle karşılayacak. Yürüdüğümüz sokaklarda, caddelerde herkes bizi parmakla gösterecek: “Bakın bakın, işte Kerküklü kardeşimiz geldi,’’ diyecekler. Kahvelerde çay yudumlarken konu sadece biz olacağız. Kimse bizden başkasını konuşmayacak…
Yıllar önce, 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllarda Türkiye’deki üniversitelere okumaya gidenler, yaz tatilinde Kerkük’e döndüklerinde bize pek değişik bir şey söylemezlerdi. Biz ise tam tersine öğrencilere gıptayla bakardık; “Vay be! Bunlar Türkiye’yi, İstanbul’u görmüş adamlar,’’ derdik. O öğrencilerden bazıları özel araba ile gelirlerdi. Arabalarıyla Kerkük’te gezerlerdi. O arabalar, caddelerde 34 numaralı plaka ile dolaşırken herkesin gözü o plakaya dikilirdi. Sanki kutsal binek, “Burak” yeryüzüne inmişti! Büyük bir heyecanla o arabayı seyrederdi herkes. Öğrenci ise, hiç oralı olmazdı, havalı havalı direksiyonu çevirip ne sağa, ne de sola bakardı. Biz de hasret dolu bir bekleyiş içinde dikilip kalırdık yolda.
Otobüste, yolcuların tamamı kendi âleminde, kendi hülyalarına dalmış uzun bir boşluğa bakıyorlardı. Otobüsün tekerlekleri zaman zaman yolcuların hülyalarını çiğniyordu. Otobüs kâh bir çukura dalıyor, kâh bir tümsekten geçiyor; herkesi sarsıyordu. O anda yolcuların hülyaları da paramparça oluyordu.
Ankara’dan geçtik. Ne büyük başkentmiş Ankara. Kimleri ağırlamadı ki, hangi hükümdarlar bu yollardan geçmedi ki? Ben, şimdi o hükümdarlar kadar başı dik geçiyordum Ankara’dan. Ankara’yı fethetmiş gibi başımı biraz daha yukarı kaldırıyordum. Ne bahtı açık bir insanmışım ben! Ankara’yı da gördüm! İstanbul, ah İstanbul! İşte ben geldim. Aç kollarını, görmek için rüyalara daldığım İstanbul. Her gece rüyalarımda, kollarını açıp beni çağırdığını duyardım. Ama gelemezdim, bir sürü canavar yolumu keserdi. Zebaniler gibi beni ateşe atmak isterlerdi. Rüyalarımdaki buluşmamıza bile engel oluyorlardı. İstanbul, senin için ne canlar feda oldu bilsen… Bitti artık. Her şey bitti. Şimdi özgürce senin yollarına düştüm, bekle, geliyorum…
Otobüsün tekerleğini ne kadar küçük yapmışlar. Ne biçim mühendis bunlar? Tekerlek dediğin, her döndüğünde şehirlerden şehirlere, kıtalara varmalı. Bu mühendisler, galiba aşkın ne olduğunu bilmiyorlar, çırpınan gönüllerin hâlinden anlamıyorlar. Bu yüzden de tekerlekleri ufacık ufacık yapmışlar. Tekerleğin çapı beş yüz metre hatta bin metre olmalı. Her döndüğünde yüzlerce kilometreyi devirmeli. Yoksa İstanbul’a geç ulaşırım. İstanbul üzülür. İstanbul’daki insanlar üzülürler. Onlar beni bekliyorlar. Yıllardır, birbirimize hasret kalmışız. Bu kadar üzüntü ve bekleyişe artık son verilmesi gerekir.
İstanbul! Ah İstanbul! İşte yaklaştım, az kaldı, geliyorum…
Otobüs Harem’de durdu. Bağrışmalar, çağrışmalar, yolcuların kimi otobüslerden iniyor, kimi biniyor… Simitçiler, ellerinde termosla çay satanlar… Camdan diğer tarafa baktım. Deniz…! Denizi gördüm! Gemiler limana yanaşmış, tırlardan gemilere vinçlerle aktarma yapılıyor. Belki, Kerkük’te gördüğümüz tırlar bu tırlardı. Belki şoförlerin yanına gitsem beni tanırlar… Beni hatırlarlar… Yerimde oturup hiç kımıldamadım. Muavin yanıma geldi: “Ağabey nerede ineceksin? Yolda da sordum yine söylemedin. Bak, bir burası var, bir de karşıya geçip, Avrupa yakasında duracağız. Orası son duraktır.” Hiç beklemeden: “Avrupa yakasında ineceğim,” dedim. Sanki Asya yakasını gezdim de Avrupa yakası kaldı! Ne ilginç bu insanoğlu?
Muavinden başka kimse bana yanaşmadı, kimse benimle konuşmadı. Herkesin gözünün içine bakmaya çalıştım. Herkesi süzdüm. Bakışlarımla herkese: “Ben buradayım,” dedim. Ne kimse baktı, ne de kimse dinledi… Otobüs Avrupa yakasına doğru yol aldı. Asma köprüye yaklaşırken Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün adını köprü girişindeki tabeladan okudum. Köprünün üzerinden geçerken içim bir tuhaf oldu. İlk defa deniz görüyorum; ilk defa denizin üzerinden geçiyorum. Resimlerde gördüğüm asma köprü bu olsa gerek,” dedim. “Fakat soluma döndüm, uzakta, mesafeyi kestiremediğim bir uzaklıkta bir köprü daha vardı. O da neyin nesi? Demek ki İstanbul’da iki asma köprü varmış…
Otogarda indim. Yüzümü ne tarafa çevireceğimi bilmiyordum. Otobüs şirketlerinin servisleri varmış. Bizde böyle bir şey yok. Hoşuma gitti doğrusu. Ama nereye gidecektim? Servis şoförüne sıkı sıkı sakladığım bir kâğıt parçasını uzattım. Bir arkadaşımın kardeşinin adresi yazılıydı o kâğıtta. Adres sahibini ben tanımıyordum. Fakat Kerkük’teki arkadaşım bana, kardeşinin adresini verirken göğsünü gererek: “Sen ona git, o senin için her şeyi halleder,” demişti. İşte, can simidim o ufacık kâğıttı. Şoföre uzattım:
“Bu adrese nasıl gidebilirim?” diye sordum.
“Merak etme, oraya yakın bir yere kadar gidiyor servisimiz,” dedi…
Sora sora buldum adresi…
Yolda herkesin gözünün içine bakıyordum. Yıldızlarla bu kadar haber göndermiştim. Hiçbirini almamışlar. Hiçbiri benim geleceğimden haberdar değil. Yanımdan vızır vızır gelip geçiyorlar. Erkeği kadını bir telaş içindeydi. Şaşırdım, “Ne oluyor bunlara?” dedim. Büyük bir pazar kurulmuştu. Hafta Pazarı diyorlardı. Pazarda ne ararsan var.
Adrese zor belâ ulaştım. Aksaray’da idi. Gündüz vaktiydi. Daire en üst kattaydı. Kapıya vurdum, açan olmadı. Tekrar tekrar vurdum, yine açan olmadı. Kapıya defalarca vurmamdan dolayı alt katta oturan yaşlı bir teyze dışarı çıktı. Kimi aradığımı sordu.
“Timur Hadi,” dedim. “Timur abiye bakmıştım. “
“Bu saatlerde Timur evde olmaz, iştedir, akşam sekizden sonra gelir,” dedi.
Öğle olmuştu. Saat birdi. Timur’un gelmesine yedi saat var. Canım sıkılmaya başladı. Bu büyük şehirde yedi saat nasıl bekleyeyim? Kimseyi tanımıyorum ki, yanına gideyim. En kötüsü de beni kimse tanımıyor!… Kendi kendimi teselli etmeye çalıştım: “Genç ve delikanlısın, ne diye hemen