Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir. Анонимный автор
oyun aralarında taşları dizerken Nizam’a söyleniyor, Hayyam her defasında geçiştirmeye, susturmaya çalışıyordu. Nizam gitmişti fakat gölgesi yerli yerinde duruyor gibiydi. Hayyam’ın içinden, biraz önce orada Nizam’ın oturduğunu, Sabbah’a söyleyivermek geliyordu.
“Nizam velinimetim.” dedi Hayyam.
“Selçukileri bilemem ama Nizam pek cömert!”
“Beş bin yıl hata yapmayacak bir takvim için sana ödenen çok mudur?” dedi Hasan Sabbah.
Hayyam mahçup boynunu büktü.
“Pek o kadar da doğru değil!” dedi. “Belki iki bin, üç bin yıl sonra birkaç saatlik bir sapma, düzeltme gerektirebilir.”
“O zamana kadar dünya kalır mı?” dedi Hasan Sabbah.
“Her yıl kâhinler birkaç kıyamet alametinden söz edip dururlar.”
“Dünya belki kalır da bizim kalmayacağımız neredeyse kesin!” diye derin bir iç çekti Ömer Hayyam! “Buna da şükür!” dedi.
“Ay gibi bir sevgiliyle, yıl gibi geceler yaşadım. Bundan sonra da şiş yapacak bir koyun budu, bir somun ekmek olursa sevgilimle bana. İstemem fazlasını!”
“Gaflet uykusundan uyan artık Hayyam!” dedi, Sabbah öfkeyle! Tenhalarda gezerek düşündüğü için hep kavrukmuş hissi veren yüzündeki hatlar büsbütün keskinleşti. Sivri sakalı, çenesinin ucunda kurbanına eğilmiş merhametsiz bir aybalta gibi işliyordu.
“Nizam’a bu kadar güvenme!” dedi.
“Nizam bir yandan sana hediye testiler gönderir, diğer yandan ‘ayyaş’ diye, adını çıkartır, rezil olmanı ister. Ortalıkta gezen her şarap rübaisini senin hesabına yazar.”
“Siyasi bir rakip değilim ki ben. Siyaset sohbetini boş ver. Gönlümüzü oyalayacak o kadar çok şey var ki cihanda. Üç bilinmeyenli denklemler mesela! Yedi ülkeyi yönetmek kadar haz verip oyalar insanı!”
Sabbah’ın dili deha yayıyla gerilmiş bir mancınık olmuş, ağır eleştirilerle yüklü sözcüklerini ateş ve zehirden mamul gülleler gibi savuruyordu. Hayyam ürperdi. Sab-bah gibi adamlarla konuşmak tehlikeliydi. Ne yapar yaparlar insanın damarına kinin ve hasedin yakıcı zehrini boşaltırlardı.
Sabbah kükrüyordu.
“Bostan alaçığı kalır senin köşkün, Nizam’ın sarayının, köşklerinin yanında” Ardından ekliyordu.
“Ben de senin gibiyim. Parada pulda, köşkte kervanda gözüm yok bilirsin! Sadece benden daha aciz birini tepemde görmeye dayanamıyorum. Hükmetmek istiyorum. Sana da bu tevazuu yakıştıramıyorum. Senin tırnağın etmez, miadı dolmuş Nizam’ı o makama nasıl lâyık görürsün?
“Onun işi de zor. Kolay mı Selçuklu sultanına çalışmak? Hem sen ondan gençsin. İkbal için sıranı beklersin bir köşede!”
Sabbah uzun uzun esnedi.
“Burası ne kadar sakin!” dedi. “Tütsülerin dumanı genzimi yaktı! Kendimi yüzen bir balık gibi akışkan hissediyorum.”
Hayyam, hemen sürahiye davrandı.
“Demirhindi şurubu iyi gelir. Şifalıdır. Derince bir nefes al! Şu köşe yastığını al arkana! Emin ellerdesin.”
“Nizam’ın yanındayken sırtım kedi gibi kambur olurdu. Senin yanında huzur ve keyif var.”
“Keyfine bak öyleyse!” dedi Hayyam.
“Zekânın fersah fersah dolaşıp birbirini araması, bilginin ve düşüncenin onaylanması ihtiyacıdır. Nizamülmülk de kemale ermiş bir âlim, lakin siyaset işleri her insan gibi onu da sığlaştıracak belki zamanla!”
Sabbah kendinden geçmişti. Hayyam, emin olmak için sarstı.
“Hasan Sabbah! Hasan Sabbah! Sabaha çok var uyan yahu!”
Sabbah, uyanmak yerine keçeye büsbütün uzandı. Bir güvercin gibi göğsüyle yattığı yerde bir yuva oluşturmak için debelendi. Hayyam keyifle içeriye seslendi.
“Kızlar taşıyın bakalım şu mutsuz adamı! Şu hırs küpünü!”
Rakkase kızlar, Sabbah’ın uzandığı keçeyi cennet sahnesinin tam ortasına taşıdılar.
Herkes köşesine geçip istirahata çekildi. Birkaç saatlik derin, çok sesli, homurtulu bir uykudan sonra Hayyam’ın gayretleriyle Sabbah’ta uyanma belirtileri görüldü.
Hayyam’ın işaretiyle, sazendeler tellere dokunduklarında, bülbüller de musıkiye eşlik etmeye başlayınca bahçe şenlendi. Pervin ile Hayyam uygun yerlere kandiller yerleştirerek hoş bir ışık gölge dokusu oluşturdular. Eşin dostun bahçesinden ödünç alınmış tavus kuşları cennetin renklerine havi yelpazelerini açtılar. Keklikler kafeslerinde gakkıldaşıyor, kalemkaşlar ise sarsak adımlarıyla şaşkın şaşkın dolaşıyordu.
İsfahan’da bağ bozumu zamanıydı. Elbruz dağlarından serin bir tül gibi esen rüzgar, dalgalanan gümüş tenlerin, miski amber kokusunu yüklenerek ıslak bir buse gibi yüzleri okşayıp ciğerlere doluyor, herkesi hükmü altına alıyordu. Yasemin kokulu saçlar; mücevher parıltılı kıvrak bedenler üstünde, sonsuza kadar anılacak büyük bir gecenin nişaneleri olan tuğlar gibi, Meraga nağmeleriyle uyum halinde, şevkle dalgalanıyordu.
Duvardaki iki nişin birinde bir Uygur ikonu vardı. Diğeri boştu. Hayyam, Sılahan’ı boş olan nişe götürdü ve orada hareketsiz durmasını istedi. Sılahan bir heykel sessizliği içinde durmak fikrine şaşkın ve mahçup direnmeye çalıştı.
‘İnanır mı ayol? O kadar saf mı arkadaşın?’ diyecekti, caydı. Boş olan nişin içinde heykel sessizliğine gömüldü.
Hasan Sabbah kımıldadı. Gözlerini açtı. Hayyam kaçarken Sıla’yı oracıkta unuttu.
Sabbah’ın ilk gördüğü, burnunun ucundan paytak paytak geçen kalemkaşlar, bembeyaz nişin içinde canlıymış gibi duran heykeller oldu.
Ünlü sazende Pervin, Sabbah’ın yüzüne bir melek gibi eğildi. Misk ve amber kokusu sinmiş bir merhem ile şakaklarını şefkat ile ovmaya başladı.
“Çileli dünya hayatınız bitti!” diyordu, gülmemek için kendini zor tutarken.
“Artık cennetin sınırlarında konuğumuzsunuz. Hizmetinize amadeyiz efendimiz!”
Sabbah’a tanıdık ve dost geliyordu Pervin’in güzel yüzü. Kim bilir hangi mecliste karşılaşmış, pek büyük bir ihtimalle de uzaktan yutkunarak bakmıştı Pervin’e daha önce. Çok da genç olmayan Pervin, ay ışığı ve kandillerin yumuşak aydınlığında bir peri kızı gibi görünüyordu. Yaşlılık mefhumu, Sabbah’ın kanına karışan hayaller ilacının kıvılcımları sayesinde, en uzak yıldızların ardına saklanmış gibiydi.
Ömrü, insanları eğlendirmekle geçmiş Pervin, yalnızca sözleriyle değil oyunculuktaki ustalığıyla da Sabbah’a artık cennette olduğunu hissettiriyordu.
Sabbah, tavus kuşlarını da fark etti.
“Biz, dünyanın renklerine beyhude yere hayran kalmışız! Gerçek renkler böyle olurmuş!” diye mırıldandı. Türlü meyveler sarkan ağaçlara göz attı. O zamana kadar şadırvanın önünde salınan rakkaseler canlanan müzikle birlikte en kıvrak hareketlerle yaklaştılar.
Sabbah doğrulup oturdu. Pervin’in sunduğu nadide meyvelerden tattı. Ayağa fırlayıp haykırmak istiyordu fakat vücudunun ağır olduğunu hissediyordu. Belki vücudu hafifti de görünmez bir güç kendisini yere çekiyordu.
Bir başkası olsa, bu muhteşem sahnede