Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası. Анонимный автор
Konar-göçer hayattan yerleşik düzene geçmek hiç de hayırlı olmadı. Hayvancılık ve yaylacılık onların hayat tarzıydı. Çiftliklerde, kolektif hayat tarzının çizildiği kolhoz ve onların biraz daha büyüğü olan sovhozlardaki hayat tarzı onlara uymuyordu. Çok fazla insan kaybı oldu. Olsundu. Rejimin mühendislerinin umurunda değildi.
Aydınlara da yazılarında uymaları için formüller veya reçeteler sunulmuştu. Adı da “sosyalist realizm” olarak konulmuştu. Herkes, her kalem erbabı bu reçeteye uymak zorundaydı. Bu sosyalist realizm denen şeyde olumsuz hiçbir olaya yer vermek mümkün değildi. Hâlbuki yolunda gitmeyen o kadar çok şey vardı ki. Eli kalem tutanları Moskova’ya çağırıyorlar ve onlara sıkı bir eğitim veriyorlardı. Törekul da onlardan biriydi işte. Karısı Nagima’yı ve çocuklarını alıp Moskova’ya “edebiyat” eğitimi, bir başka deyişle “edebî eser nasıl yazılır” veya “insanlar nasıl eğitilir”in dersleri okutuluyordu.
Hani herkese özellikle aydınlara söz verilmişti; herkes bağımsızlığına kavuşacaktı? Hiçbiri gerçekleşmedi. Ne bağımsız cumhuriyetlerini kurabildiler ne de kalemlerine özgürlük verildi. Bu yönde yazı yazanların kalemleri kırılmalıydı. 1937’de halkını uyandırmak, onları eğitmek için yazı yazanların kalemleri bir bir kırılmaya başlandı. 1938’in sonuna kadar sürdü bu kıyım. Adı da kondu daha sonra: “Stalin kurbanları!”
Törekul daha Moskova’da iken “kaleminin kırılacağını” veya “boynunun büküleceğini” anlamıştı. Bir gün karısı ve çocuklarını alıp tren istasyonuna götürdü. Karısından çocuklarını alıp Kırgızistan’a götürmesini istedi. Talas’a gitmeliydiler. Şeker köyüne dönmeliydiler; çünkü büyükler oradaydı. Ancak onlar koruyabilirdi çocukları ve karısını. Öyle de oldu. Vedalaştılar tren istasyonunda; tıpkı Toprak Ana romanının “ana”sı Tolganay’ın kocasını ve çocuklarını savaşa gönderirken onlarla vedalaştığı gibi. Cepheye gidenlerin dönmeyeceğini biliyordu kadın. Şeker’e çocuklarıyla dönen Nagima da Törekul’un bir daha onlarla birlikte olamayacağını biliyordu. Hüzünlü bir elveda idi bu son görüşme. Gülsarı’da da Tanabay, anlı şanlı atı Gülsarı ile böyle vedalaşmıyor muydu romanın sonunda?
Masal gibi başlayan çocukluk yılları Cengiz ve ailesi için kâbusa dönüşmüştü. Olsun, masal kahramanları da zorluklarla karşılaşmazlar mıydı hayatlarında? Karşılaşırlardı elbette. Zorlukları aşarak kendilerini ispatlar, ailelerini kurtarmazlar mıydı? Kurtarırlardı elbette. Çileli bir hayat başladı Şeker köyünde. Savaş da başlamıştı çok geçmeden. Çile sadece onlar için değildi. Herkes içindi. Eli silah tutan herkes cepheye çağrılmıştı. Vatan savaşıydı ne de olsa? Kimin savaşıydı diye sormaya kim cesaret edebilirdi ki? Edemezdi.
Cengiz, daha çocukluk yıllarında köyde geçirdikleri vakitlerde ninesinden masallar dinlerdi. Dinledikçe daha çok isterdi küçük Cengiz. Ninesi masal bulmak için komşuları dolaşırdı. Yine anlatırdı. O yıllarda yaylalara çıkarlarken yollarda ninesinden neler öğrenmemişti neler. Genç kızların türkülerini, yaylalara çıkarken develerin ve yüklerin nasıl hazırlandığını, zorlu geçitlerden geçerken hangi duaların edildiğini, çadırların nasıl kurulduğunu hafızasına kaydediyordu; çünkü insanın geçmişini kaydettiği bellek mekânı hafıza önemliydi. Allah korusun onu kaybetmek yani bir insanın “millî kimliğinin” kaydedildiği “bellek” mekânı olan hafızasını kaybetmesi onu “mankurt”laştırabilirdi. “Mankurt” olmak çok kötü bir şeydi. İnsan, insan olmaktan çıkıyor, içi samanla doldurulmuş “korkuluk”a benziyordu. Köleleşiyordu insan, başka insanlara sorunsuzca hizmet etmek için.
Masal kahramanının olgunlaşması gibi Cengiz de büyüdükçe, hayatın zorluklarını birer birer aştıkça daha da çelikleşiyordu. Savaş gibi büyük bir yıkımı daha o yaşlarda yaşıyordu, üstelik babası yoktu ki başını omzuna dayasın da desteğini alsın. Bir daha kendisinden haber alınamamıştı babasından. Öldü mü kaldı mı kimse bilmiyordu. Babasız büyümeliydiler, babasız güçlükleri aşmalıydılar, babasız hayatta kalmayı başarmalıydılar. Gerçi köy halkı onları iyi tanıyordu ve ellerindeki bir dilim ekmeği bile bölüşüyorlardı; ama onların da yoktu ki. Tarlalara ekilen ve biçilen buğdaylar çuvallara doldurulup cepheye gönderiliyordu. Orada Savankullar, Daniyarlar, Sadıklar savaşıyordu. Vatan müdafaası için canlarını feda ediyorlardı. Nereden bilsinlerdi ki Sovyet rejiminin kurucuları onları kurşunların önlerine atarken kendileri cephe gerisinden seyrediyorlardı. Tolganay’ın kocası ve çocukları dönmemişlerdi cepheden. Gelini ise zavallı evliliğinin tadını bile çıkaramadan dul kalmıştı. Çobandan bir çocuk peydahladı. Bebeği doğururken de hayatını yitirdi. Yitirmeyip yaşasaydı köyde kim bilir onun için neler söylerlerdi. Cemile için söylemediler mi? Hem de nasıl. Hatta kocası Sadık cepheye gidince yalnız kalan genç gelinden faydalanmak isteyen Osman bile onun ardından neler söyledi neler. Hâlbuki Daniyar cepheden yaralı dönmüştü. Ölebilirdi de.
Cephe gerisinde de büyük bir savaş sürüyordu. Hatırlayın Tanpınar’ın 1920’li yılların yani Millî Mücadele yıllarının romanı olan Sahnenin Dışındakiler’i. Romanın kahramanı İhsan bir yerlerde; “Orada (Anadolu’da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız!..” diyordu. “Cemile” hikâyesinde ise sahnenin dışında olan sadece Osman idi. Herkes cepheye bir şeyler yetiştirmek için uğraşırken Daniyar da bacağından yaralı olduğu halde çuvalları taşıyordu. Osman öyle miydi ya? Osman, Cemile’yi tuzağına çekmeye ve düşürmeye çalışıyordu. Ne tuhaftır ki Cemile’nin ardından bağıranlar arasında ilk önce o duruyordu. Halbuki gönülden gönüle köprü kuran “türküler” vardı.
İşte burada türküler devreye giriyordu; hani Cengiz’in köyde ve yaylalara çıkarken dinlediği genç kızların söylediği türküler vardı ya. İşte o türküler yok mu o türküler. Bunlar değil miydi kalpten kalbe köprü kuran?4 Hamide Aliyazıcıoğlu bir yazısında musikiyi veya buradaki şekliyle söylersek “türkü”yü “herkesin anlayabildiği ve anlayabileceği yegâne dil” olarak tanımlıyor. Hatta “perilerin konuştuğu dil”e kadar götürüyor. Eserde Daniyar sakat bacağıyla sırtına aldığı buğday çuvalını vagonlara çıkarırken çektiği acıyı Cemile’nin türkülerini dinlerken de yaşıyordu. Türküler yasak bir aşkın tınısını taşıyordu, nasıl yürek yakmasın ki.
Cengiz henüz 12-13 yaşında iken savaşın cephe gerisinde hem kendisinin hem de ailesinin yaşam savaşını veriyordu. Halk düşmanının oğluydu, ama şansı vardı ki iyi eğitim almıştı. O yıllarda bu özelliği çok işe yaradı. Hani masallardaki kahramanın üstün özelliklerinden biriymiş gibi. Cepheden gelen “ölüm” haberlerini ailelere ulaştırıyordu. Bu “kara kâğıt” kapısını çaldığı evi yasa boğuyordu, karalar bağlatıyordu. Annelerin yüreğini, taze gelinlerin ciğerini, genç kızların yarınlarını yakıyordu, yok ediyordu. Bunlara şahit olmaktan, bin kere ölmekten bir kere ölmek daha iyiydi. Cengiz her “kara kâğıt” ile yeniden ölüp, yeniden diriliyordu. Pişiriyordu bu anlar onu, tıpkı “sonsuz yolculuğu”na çıkmış masal kahramanı gibi. Yüreğini çelikleştiriyordu, kızgın demirde dövülerek çeliğe dönmüş bir kişilik oluşturuyordu.
İlginç olan başka bir şey daha vardı. Rejim babasını “halk düşmanı” ilan etmişti ve tutuklamıştı. Hatta kurşuna dizmişti diğer yüz otuz altı kişi ile birlikte. Cengiz ve ailesi bunu bilmiyordu elbette. Bilse ne yapabilirdi ki? Hiçbir şey. Stalin’i değil,
4
Hamide Aliyazıcoğlu. “Cengiz Aytmatov’un eserlerinde musikiye bakış,”