Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası. Анонимный автор
döndüğü gerçeğini de paylaşır. Keşke paylaşmasa mıydı? Hiç bilmese miydik bu gerçeği? Böyle türkülerle başlayan ve gerçek aşka benzeyen belki de “gerçek aşk” budur dediğimiz aşka iki yıl mı ömür biçilecek bundan sonra? Kim bilir.
Tren, herkesin bildiği gibi bir ulaşım aracıdır olmasına da Sovyetler Birliği için çok farklı anlamlar da gizlidir içinde. Okunası kitaplar arasında Yuri Buy-da’nın orijinal adı Don Domino olan ve Türkçeye Sıfır Treni olarak çevrilmiş kitabını zikredebiliriz.8 Mehmet Özgül’ün çevirisiyle yayınlanan kitabın kapak yazısında şöyle denilir:
Rusya’nın derinliklerinde kaybolmuş, kasvetli, çamurlu, soğuk bir istasyon. Ve her gece geçen bir tren… Kimsenin nereden gelip nereye gittiğini, ne taşıdığını bilmediği bir tren. Bütün dünyadan soyutlanmış bu no man’s land’in, seven, umut eden, hiçbir zaman gelmeyecek bir cevabı bekleyen, yavaş yavaş tükenen sakinleri…
Kitabın tanıtım yazısında yazar için “Yeni kuşak Rus edebiyatının en parlak temsilcilerinden Yuri Buyda” diye bahsediyor ve romanda okuyucuya “Rusya’nın ve insanoğlunun trajik yazgısının muhteşem bir metaforunu sunuyor” diyor. Sonra da “Okuru, toprağın, demirin, kokuların, etin ve kanın somut dünyasına sokan, sarsıcı bir roman” olarak yorumluyor ve bırakıyor.
Baba Törekul Moskova’daki eğitimi esnasında Stalin rejiminin aydınları katliamını sürdürdüğü yıllarda sıranın kendisine geldiğini hissettiğinde ailesini kurtarmak için Moskova’dan trene bindirip uğurluyor onları. Karısı Nagima ve çocukları kurtarıyor, o an için. Kendisi tahmin ettiği gibi “halk düşmanı” olarak yaftalanıp kurşuna diziliyor. Tek başına değil elbette. Yanında yüz otuz altı insan daha var. Hepsi kurşunlanmış ve kireç kuyusuna veya Bişkek’in Çon Taş bölgesindeki bir fabrikanın çukuruna atılmış.
Aşım Cakıbbekov’un “Biz babasız büyüdük” hikâyesindeki gibi bir çileli hayat Cengiz ve ailesini bekliyor köyleri Şeker’de. İnsanlık henüz ölmediği için köy halkı onları koruma altına alıyor, özellikle nine ve teyze onlarla evlerini ve ekmeklerini paylaşıyorlar. Cengiz o yaşlarda köyde kendine iş buluyor. Savaş yılları olduğu için cepheden gelen ölüm haberlerini ailelere dağıtıyor. İnsanları ve onların yüzlerindeki acıyı ilk defa orada yakından tanıyor. “Kara kağıt”lardan nefret ediyor.
Aytmatov bunları daha sonra “Hayatımdan notlar” başlığı ve Çocukluğum isimli kitapta ayrıntılarıyla anlatıyor.
Toprak Ana’da Tolganay, kocası ve çocuklarını istasyondan uğurluyor gelmeyeceklerini, dönmeyeceklerini bile bile. Tolganay, kocası ve üç oğlunu cepheye tren ile yolcu ederken onların arkasından baka kalıyor. Dönmeyeceklerini hissediyor kadın. Sonra gidip içini “toprak ana”ya, insanoğlunun, insanlığın “ana”sına içini döküyor. İki dertli ana acılarını paylaşırken dünyaya da mesajlarını gönderiyor. İbraimov’un anlattıklarına göre Aytmatov, “harap olmuş bir duvarın dibinde yaşlı bir kadına kesinlikle kendisi hakkında yazacağını söyler.” Şöyle bir manzara tasavvur edin: Çatısı, bacası yıkık, duvarları çökmüş bir ev. Çökmüş duvara yaslanmış, oturduğu yerde başını iki dizinin arasına almış, saracak kimsesi kalmadığı için kollarını da kalan gücüyle dizlerinin birleştiği yere düğümlemiş, gözleri içine çökmüş, uzağa bom boş gözlerle bakan, üzerinde yırtık pırtık elbisesiyle yaşlı bir kadın. Alnındaki çizgiler sanki kaderine yazılmış olan acıları yeterince yaşadığını açık açık söylüyor. Tahayyül edin böyle bir tabloyu ve kadının iç dünyasını keşfetmeye çalışın. Hiç de kolay değil. Aytmatov işte bu kadına hayat hikâyesini anlatacağının sözünü veriyor ve ortaya Toprak Ana gibi klasik bir eser çıkıyor. Her şeyi bir kenara bırakın sadece gelini Aliman’ın kocasını cepheye gönderdikten sonraki çaresizliğini ve çobanla yaşadıklarını düşünün. Hatta gelin tam da burada bugün Afganistan olarak adlandırdığımız rahmetli Ergeş Uçkun’un ifadesiyle Güney Türkistan coğrafyasında yaşananları anlatan Atıq Rahimi’nin Sabır Taşı romanını okuyun. Daha da ileri gidip Toprak Ana ile mukayeseli olarak inceleyin.
Romanda imgeler havada uçuşuyor. Bu yönüyle de evrensel bir boyuta yükseliyor. Sanat eserlerinin içinde doğduğu toplumun bir aynası olduğu bilinen bir gerçek. Burada İbraimov’un Aytmatov hakkında, onun düşünce dünyası ile ilgili notunu düşelim: “Söz, Aytmatov için boşluğa, evrenin entelektüel sessizliğine, doğanın döngüsünü açıklamaya ve hayatın kaosunu ifade etmeye yönelik bir şey anlamına gelmekteydi.” (s. 38) Her iki yazar da “söz”ün sönmez ateşiyle insanların ruhlarını canlandırıyor, yüreklerini yakıyor, dağlıyor ve canlarını acıtıyor. Aslında bütün bunları yapan “söz”ün kendisi değil, içinde saklı, gizli olan anlamlardır. Yukarıda betimlenen yaşlı kadını bir ressam çok güzel çizebilir. Bir bestekâr onun duygularını notalara dökebilir. Bir yazar ise hem içinden geçenleri hem de fazlasıyla geçmiş olanları bütün insanlığa “söz”ün içine sıkıştırarak ulaştırabilir.
Sabır Taşı’ndaki nisbeten genç kadın, şuursuz olarak yere serili yatakta yatan kocası ile konuşur. Bir diyalog olması gerekirken monolog yer alır. Karşılıksız bir konuşma, karşılıksız bir itiraftır kadının kocasına anlattıkları. Tolganay’ın Toprak Ana ile konuşması da öyle değil midir? Aytmatov, teşhis sanatıyla toprağı kişileştirir ve konuşturur. Tanrı’nın ağzından çıkan sözler gibidir onun söyledikleri. İnsanoğlu topraktan yaratılmadı mı? Öyleyse, hiç de yadırgamaz Aytmatov okuyucusu onun konuşmalarını. Rahimi’nin romanının altıncı sayfasında “… Ah siz erkekler! Elinize silah geçtiğinde kadınlarınızı unutursunuz” der kadın kocası ile konuşurken. Erkeğin kendisini duyması mümkün değildir, fakat duyan ve gören erkek okuyucu kitlesi için müthiş sözlerdir bunlar.
Geriye dönüşler ile geçmişte yaşananlar özetlenir. Tolganay uzun yıllar mutlu bir hayat sürmüş, rejim ve devlet için var gücüyle çalışmış, üç erkek çocuk yetiştirmiş bir kadındır. Geçmişten şikâyeti yoktur. Şimdiden ve gelecekten şikâyetçidir. Aslında gelecek diye bir düşüncesi de yoktur, kalmamıştır. Onun bugünü de kocasıyla, geleceği de çocuklarıyla savaş tanrıları tarafından ellerinden alınmış, çalınmıştır.
Cengiz Aytmatov 1980’li yıllarda Gün Olur Asra Bedel’i Moskova’dan trenle Bişkek’e giderken kafasında tasarlıyor. Tren bozkırın derinliklerinde yol alırken uzaya fırlatılan roket ile ilgili bir haber yayınlanıyor. Bu haberin üzerine böyle bir roman tasarlıyor. Nitekim romanda anlatılan Nayman Ana’nın gömüldüğü Kırgızların kutsal mekânı Ana Beyit’in olduğu yerdir buralar. Nayman Ana, mankurtlaştırılmış, hafızası silinmiş, geçmişini, anne-babasını unutmuş oğlu tarafından vurulmuş bir Kırgız kadınıdır. Oğlunun yayından çıkan oku tam kalbinin üzerine yediğinde devesi Akmaya’nın üzerinden yıkılırken başından çözülüp rüzgârla birlikte uçmaya başlayan beyaz başörtüsü daha sonra Dönenbay kuşuna dönüşerek geniş bozkırda yolunu şaşırmış, yoldan çıkmış veya çıkarılmış, aslını unutmuş veya unutturulmuşlara kişilere kim olduklarını hatırlatır. “Senin baban Dönenbay, Dönenbay!” diyerek onları asıllarını unutmamaları konusunda uyarır. Aytmatov işte bu romanında geniş Kazak bozkırının kuş uçmaz kervan geçmez bir yerindeki Boranlı tren istasyonunda yaşayan, seven, umudunu yitirmiş, ömürleri yavaş yavaş tükenen, hatta tükenmiş olan (Kazangap) olanları anlatıyor.
Tren, bu istasyonda her zaman durmuyor bile. Bazen duruyor, ikmal yapıyor. Ne taşıdığını
8
Yuri Buyda.