Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор
depremde doğan yayla güzeli.
Gök mavi, göl mavi, her şey semavi
Arşa çıkar ateşgahın alevi.
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillah demeden yıkanmasınlar…
Asırlardır sevda çeken gönüller
Ateşgah’da yanar, burada serinler…
Bir sabah Göygöl’de peri kızları
Yıkanırken siper edip sazları,
Üstlerine gelmiş bir deli çoban.
Kır papaklı sırtı heybeli çoban
Bakmış ki gölbaşı peri tüneği
Atmış üstlerine ak kepeneği.
Bir anlık gafletten doğmuş Tepegöz
Oğuzu uykuda boğmuş Tepegöz.
Bir gece yarısı ay suya düşer,
Çöllerde bir ceylan pusuya düşer.
Dikkatle okunduğunda bu şiirde acılı, ağrılı, sancılı bir o kadar da şanlı, şerefli tarihimizin tüm evrelerinin, ince bir dantel gibi örüldüğünü görüyoruz.
Bu şiiri, bir de şunun için öne çıkarıyorum ki, ben bu şiirin ilk mısralarının nasıl oluştuğuna da tanıklık ettim. Yukarıda da anlattığım gibi; bir güz günün de Ali Akbaş’ı, doğada oluşum tarihi bilinen, dağların kucağında karar kılan yedi bacının en güzel gölü olan Göygöl’e götürmüştük. O, sonraları Göygöl’e bu gidişimizi kâğıda böyle dökecekti: “Yıl 1988. Mevsim son bahar. Derin bir hüzün çökmüş yaylalara. Nizami’nin yurdu Gence’yi geride bırakıp Kepez dağına tırmanıyoruz. Kepez dumanlar içinde ve eteğinde bir peri uyukluyor. Dünyanın en sihirli suyu olan Göygöl bu. Biz üç şair… Bahta lanet okuyarak suyun aynasına dalıyoruz” Ve o dalış Ali Akbaş’a “Göygöl” gibi olağanüstü bir şiiri yazdıracaktı. İşin aslı bu ki, 1141 senesinde, Gence’de büyük bir deprem olmuş ve bu deprem nedeniyle Kepez dağının bir bölümü uçup, Aksu ırmağının önünü kesmiş. Göygöl’de böylece oluşmuştur. Bu, doğanın bir mucizesiydi. O dönemde Gence’de bir mucize daha gerçekleşmiş ve sonraları dünya edebiyatı tarihinde “Hamse”nin kurucusu olarak geçmiş Nizami Gencevi dünyaya gelmiştir. Tabii konumuz bu olaylar değil. Göygöl’ün güzelliği birçok şairin kalemine ilham vermiş ve ölümsüz eserlere konu olmuştur. Hiç kuşkusuz Ahmet Cevad’ın Göygöle yazdığı şiir, bunların başında gelir. Ali Akbaş ile Göygöl’ün etrafını çevreleyen çamların yeşil renginden renk ve ad alan bu dağlar meralı gölü, sevgi ve hüzünle izlerken, onun Türkiye’ye döndükten sonra Göygöl’le ilgili böyle ölümsüz bir eser yaratacağı hiç aklımıza da gelmezdi. Üstelik Ali Akbaş, bizim yazmadığımız, yazamadığımız şeyleri de dile getirecekti. Bu şiirin ahenginde, baştanbaşa bir hüzün hâkim:
Şimdi yaylaların son baharıdır
Dağları kaplayan süt buharıdır
Yapayalnız kalmış kuğulu Göygöl
Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl
Uzar kıyısında bir sarı kamış
Kendini seyreder sularda yaz kış
Şimal küleğiyle kar geliyor, kar
Sunamı tufandan koruyun dağlar.
Bu ölümsüz mısraları okudukça Yetik Ozan’ı ve onun “Atmaca Uçurumu” kitabını hatırlıyorum. O da zamanında Ali Akbaş gibi Türk Dünyası problemlerini şiirlerine yansıtıyor ve o yerlerin lehçesinden bazı kelimeleri de mısralarında aynen koruyordu. Eğer örnek aldığımız mısralara bakılırsa kullanılan “şimal” ve “külek” sözcüklerinin Anadolu Türkçesinde pek kullanılmadığını görürüz. Buradan yola çıkarak şairin neden “kuzey” yerine “şimal”, “rüzgâr” yerine “külek“ kelimelerini kullandığını anlıyoruz. Çünkü Azerbaycan’da “Şimal küleği” denildiğinde Rusya’dan gelecek bir bela kastediliyordu.
Aslında bakıldığında Ali Akbaş’ın şiirleri nerdeyse arı peteğine benziyor, peteklerde bir tane bile olsun, boş yüksüye rastlamak mümkün değil. Ali Akbaş da sanki her mısra ve hatta her söze özel bir anlam vermeyi, okuyucusunu simgelerle sınava çekmeyi başarıyor:
Mesnevi okuyup geçtik Gence’den
İçime bir sızı düştü inceden
Elveda bağlarda üzüm derenler
Üzümü unutup hüzün derenler
Elveda adını unutan şehir
Elveda akmayı unutan nehir
Ata yadigârı Gence elveda
Dalına kuruyan gonca elveda.
Ali Akbaş o yerlerden geçtiğinde Nizamileri, Mehsetileri büyüten, onlara adından ad veren Gence şehrinin adı değiştirilmiş, Gence adı unutturulmuştu. İşte o nedenle üzüm derenler “hüzün deriyordu” ve Ali Akbaş, o nedenle “adını unutan şehre”, “akmayı unutan nehre” “dalında kuruyan goncaya” ağıtla karışık bir veda ediyor, el sallıyordu.
“Kim diyor bir ömrün destanı bitir
Çay taşır, sel gider, sahiller kalır.
Adiler yıllara koşulup yitir,
Zamandan zamana dâhiler kalır…”
Sadece Göygöl şiiri bile, Ali Akbaş manalar şairi olduğunu söylemeye yeter. Manalar ebedi olduğu için Ali Akbaş da ebediyet şairidir.
TÜRK ŞİİRİNİN GÜNÜMÜZDEKİ YÜZ AKI
Dr. Mehmet GÜNEŞ
O; 4 Eylül 1942’de Maraş’ın Elbistan İlçesi’nin Maraba (Çatova) Köyü’n-de dünyaya gelmiş, ilkokulu köyünde, ortaokulu Elbistan’da, liseyi Maraş’ta okumuş, daha lisedeyken okulun açtığı marş yarışmasında birincilik kazanan şiiri “Maraş Lisesi Marşı” olarak bestelenmiş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuş; ülkemizin çok çeşitli liselerinde edebiyat öğretmenliği ve Gazi Eğitim Enstitüsünde müdür yardımcılığı yapmış Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, turkuaz düşünceli ve Türk Dünyası’na sevdâlı bir güzel insandır.
“Kalemlerle ararız bilgi definesini
Tatmışız çalışmanın zevkini hevesini
Yakında bulacağız bu yolun zirvesini
Engizek Yaylasından çiçekler deriyoruz.
Çınlarken ufuklarda gençlerinin gür sesi
Adını duysun her yer yaşa Maraş Lisesi
Her sınıfın uğurlu birer mabet köşesi
Seni yükselteceğiz sana söz veriyoruz”3
O; 1979-1982 yılları arasında Film Radyo ve Televizyonla Eğitim Merkezi’nde program yazarlığı yaptıktan sonra araştırma görevlisi olarak Hacettepe Üniversitesi’ne geçmiş, 1985’te “Yapalak ve Ekinözü Ağızları”
3
Ali Akbaş,