Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор

Ali Akbaş Armağanı - Анонимный автор


Скачать книгу
ettiren Abdurrahim ve Bahaettin Karakoç kardeşler ve Ali Akbaş gibi söz sultanlarını bağrından çıkarmış şairler şehridir. Görkemli geçmişine karşılık bir dönem unutulmaya terk edilmiş olan, 1970’li yıllara kadar dağlarında eşkıyaların gezdiği bu Selçuklu şehri bir dönem de beylik merkezi olur ve iki yüzyıla yakın bir süre başkentlik yapar Dulkadirlilere. Bu unutulmuşluğun kırgınlığı şehrin insanlarının derdini, kederini, öfkesini, sevincini, üzüntüsünü şiirle dile getirmeye mecbur bırakmıştır. İşte bu sebepten olsa gerek ki; şairi ve âşığı oldukça fazladır. Hemen hemen her köyde bir şaire rastlayabilirsiniz. Bu fazlalık kaçınılmaz olarak kim daha iyi çekişmesine kadar uzamış, zaman zaman birbirleriyle karşılaşmalarına ve şiirdeki yetkinliklerini birbiriyle atışarak karşılıklı sınanmayı da beraberinde getirmiştir. İlk başlarda ümmî bir toplumun temsilcileri olarak irticalen söylenilen karşılaşmalar, okuryazarlık seviyesi arttıkça körleşmiş, bu damar yavaş yavaş kurumaya terk edilmiş bir hale gelmiştir. Buna karşın kalem şairliği öne çıkmaya başlamış ve bu boşluğu bir şekilde doldurarak beklentilere cevap vermiştir. Okuryazar olarak karşımıza çıkan; Ahmet Çıtak, Hayati Vasfi Taşyürek, Hafız Rahmi, Kul Hamit, Abdurrahim Karkoç, Derdiçok (Ömer Lütfü Pişkin), Ali Gözükara, Kâmil Bozkurt, H. Hasan Uğur vs. ilkokulu ancak okuyabilmişler hatta birçoğu bu okulu bile dışarıdan bitirmişlerdir. Bu şairlerin örnek aldıkları âşık ve şairlerse büyük ihtimalle ümmî idiler. Yani sözlü edebiyatın geçerli olduğu bu dönemin şairleri irticalen şiir söyleyemezlerse şair sayılmazlardı. Onların yaptığı karşılaşmalar büyük oranda irticalen idi. Bu atışmalar yöremizde yayınlanan Engizek Gazetesi aracılığıyla atışıyorlarsa karşılıklı birbirlerine gönderdikleri müstakil şiirlerden oluşuyordu. Gazetede bu tür atışmaların olmadığı dönem hemen hemen yok gibidir ve toplumun da son derecede ilgi ve alakasını çekerdi. Her hanede en az bir kişinin şiir defterinin olduğu dönemden geçilerek günümüze gelindiği hakikatini göz önünde tutarsak şiir, bu şehirde yaşayan her ferdin kaderi mesabesindedir. Günlük hayatının âdeta bir parçası gibidir.

      Günümüz, yazılı edebiyatın baskın olduğu bir dönemdir. Söylediğini yazarak paylaşmanın zaruretinden dolayı, dinleyenden çok okuyana hitap eder olmuşlardır. Hitap etmeyi, muhatap olma anlamında kullanıyorum. Okumayan insan, çevresinden habersiz yaşadığı gibi elbette yazandan da habersiz, okumadığının-bilmediğinin cahilidir.

      Ülkemizin önemli şairleri arasında yer alan Ali Akbaş, Dayım (merhum) Hüseyin Sarı ile çok sıkı arkadaş olmaktan öte, can-ciğer iki dost olmasına rağmen “Göç” şiirini okuyana kadar Ali Akbaş’tan haberimin olmadığını üzülerek itiraf ediyorum.

      Oysa Ali Akbaş; Elbistan’da doğup Akdeniz’in topraklarını bereketlendiren Ceyhan ırmağı gibi Türk şiirini bereketlendiren, söze şekil verirken bir kuyumcu hassasiyetiyle çalışarak, lisanı, “şiir dili” haline getiren, bu toprağın değerlerini en gür sesle seslendiren aksakallılarındandır. Ali Akbaş’ı tanıdığım ve aynı zaman diliminde yaşadığım için kendimi bahtiyar hissediyorum.

      “Göç” şiiriyle ilk karşılaştığımda beni âdeta çarptığını, alt üst ettiğini söylemeliyim. Şiiri üst üste kaç kere okudum bilmiyorum, okurken gözümden süzülen yaşların dökülmesine sebep olan hissiyatıma tercüman olan Ali Akbaş’ın sözleri miydi, yoksa içinden geçilen sürecin bizden alıp götürdükleri miydi bunun farkında da değildim.

      “Su serperler ya

      Gidenlerin ardından

      Dün askere

      Hind`e Yemen`e

      Bu gün ekmeğe

      Yaban ellere

      Dönmezler de ondan

      Yoksa niye serpsinler

      Sirkeci’den tren gider

      Ona binen verem gider

      …

      Burada ezan var

      Orada çan

      Uyaaaan

      Uyaaaaan

      Uyan!’

      Sirkeci’den tren gider

      Bir yaldızlı Kur’an gider”

      Bin dokuz yüz atmışların sonu yetmişli yılların başında başlayan Almanya’ya giden işçi akınıyla birlikte, Sirkeci’den giden sadece tren değildi, giden yaldızlı Kur’an’dı. Bizim öz değerimiz, varlık sebebimizdi giden. Ne müthiş ifade, ne çarpıcı tespitti anlayana! Gidenlerin arkasından dökülen de aslında su değil benim gözyaşlarımdı. O gün dökülen gözyaşlarımız… Gidip dönmeyecekler içindi. Hani Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” isimli kitabında Nayman Ana Destanı’nda Göçebe Türk oymaklarının düşmanı olan Juanjuanları -Türklerin tarihî düşmanları olarak sembolize ederek- anlatır ya. Onlar savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları ya uzak yerlerde satmakta veya güçlü-kuvvetli olanları ayırarak korkunç işkencelerle “Mankurt”laştırmaktadırlar. Mankurtlaşan kişi kim olduğunu; soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi. O artık kendi öz değerlerine ve mensup olduğu millete düşmandır.

      Ali Akbaş’ın “Göç” şiirinde “Varım yoğum törem gider” şeklinde terennüm ettiği şiir dizesi farkında olmadığımız bizim bizden kopuşumuzun bir feveranı, bir çığlığı olarak hâlâ beni çarpmaya devam ediyor. Toplum olarak altımızdan çekip alınmaya çalışılan coğrafyanın şuurunda olan bu ses beni içlendirdi ve karşı karşıya olduğumuz tehlikenin farkına bir kez daha varmamla birlikte aynı feveran ve çığlık bende gözyaşı olarak kendini gösterdi.

      Aldığı eğitim ve hayatı tahayyül edişi açısından baktığımızda Ali Akbaş’ın oldukça zarif, hassasiyet açısından abide bir şahsiyet, mensubu olduğu “toplumun vicdanı” vasfedilen, milletinin; tarihini, zaferlerini, ülkülerini, ideallerini, maziyi istikbal bütünlüğü içinde seslendirerek zafer naralarını asırlar ötesine gönderen bir serdengeçtidir.

      Orta Asya’nın iki büyük nehri Amu Derya ve Siri Derya, Aral’ı besleyen iki önemli kaynaktır. Ancak Sovyetler Birliği döneminde bu iki nehir pamuk tarlalarının sulanması için kullanılmaya başlandığında bu iki damardan mahrum kalan Aral âdeta küsmüş, yüzde doksanı kuruyup çöle dönüşmüştü. Aral Gölü çevresi beş bin senelik bir devrede Türkler için mühim bir yerleşim merkezi olmuştur. Akbaş, bir zamanlar teknelerin yüzdüğü yerde şimdi çorak toprağın ortasında paslanmış gemi kalıntılarıyla karşılaşınca şair yüreği Aral’a şu ağıtı yakıyor:

      “Rüyamda gördüm Aral’ı

      Aral derinden yaralı

      Mağcan gibi Çolpan gibi

      Onun da bahtı karalı

      Karada kalan kayıklar

      Eski günleri sayıklar

      İnci mercan saçan Aral

      Nerede o şakayıklar.

      Aral’ın suyu kan gibi

      Yaralı bir ceylan gibi

      Meğer göller de ölürmüş

      Kuğu gibi, insan gibi.

      Ural’dan inen marallar

      Aral’da saçın tararlar

      Yıkanacak göl mü kalmış

      Bilmem ki neyi ararlar.

      Sağım Hazar solum İtil

      Benim göbek bağım itil

      Hani


Скачать книгу