Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор
etmiştir? Bu sorunun cevabı şüphesiz onun gelenekle ve modernlikle ilişkisini de belirleyecektir. Burada hemen “temellük etmek” ibaresine vurgu yapmak isti- yorum. Temellük etmek, maddi ya da manevi bir varlığı/olguyu “kargo” gibi nesiller arasında taşımak yerine, o varlığın-olgunun ilkelerini benimsemeyi, içselleştirmeyi, taşımayı ve yaşatmayı esas alır. Sağlıklı olan da budur. Ali Akbaş, insanların şiirle hâlleştiği, kavga ettiği; şiirle çift koştuğu, kısacası şiirle yaşadığı, hayatı şiirle güzelleştirdiği bir coğrafyada, Elbistan’ın bir köyünde (Çatoluk) dünyaya gelmiş ve çocukluk yıllarını bu köy hayatının pastoralliği ve lirizmi besleyen duyarlılığı içinde yaşamıştır. Akbaş’ın deyimiyle burada çocuklar manzum dillenmektedir. Bu coğrafyada yaşayan her bireyin mutlaka şiirle bir şekilde ilgisi vardır. Akbaş, böyle bir ortamda bir süre sonra bir şey söylenecekse mutlaka şiirle söylenmelidir gibi bir duyguya kapılır. Bu, çok tabii olarak şartların hazırladığı bir duygudur. Bir tür bilinçsiz temellük. Tam da “miras” kavramına denk gelen bir şey. Mirasta da sonraki kuşağın yani varisin, mirasın mahiyetine müdahalesi söz konusu değildir. Ancak mirası temellük ettikten sonra ve kendinden sonrakine devrederken onun üzerinde bir söz hakkına sahip olacaktır. Gelenek, tam da budur aslında. Akbaş, bilinçsiz demeyelim haydi, edilgen bir şekilde geleneği temellük etmiş ve bunun sonucu bir şey söylenecekse ille de şiirle söylenmelidir duygusuna kapılmıştır. Fakat daha sonra bu miras üzerine düşünmüş, onun üze rinde bilinçli bir tasarruf gerçekleştirmiş ve yazdığı şiirlerle geleceğe onu bir ses olarak, bir mesaj, yenilenmiş bir mesaj olarak devretmenin savaşını vermiştir. Akbaş’ın şiir bütünü böyle bir mesajın metninden ibaret olarak da okunabilir.
Akbaş’ın doğup büyüdüğü bu coğrafya, ninelerin çocuklara maniler, ninniler söylediği; köy odalarında Ahmediye, Muhammediye, Hazreti Ali ve Battal Gazi cenklerinin; Kerem ile Aslı, Âşık Garip ve Karacaoğlan’ın okunduğu bir coğrafyadır. Coğrafya, halk âşıkları ve şairler açısından da son derece zengindir. Mahsuni Şerif, Ahmet Çıtak, Remzi Çıtak, Derdi Çok, Kul Hamit gibi halk şairleri ve başta Bahattin Karakoç olmak üzere onun kardeşi Abdurrahim Karakoç, Hayati Vasfi Taşyürek ve A. Cansız Güllü gibi şairler de bu coğrafyada yaşamıştır. Akbaş’ın özellikle şairlerle ilk gençlik yıllarından itibaren temas hâlinde olduğu bilinmektedir. Burada geleneğin bir yönüne daha işaret etmek istiyorum; gelenek, yeniyi daima denetleme, tenkit etme, yönlendirme gibi bir güce sahiptir. Fakat sanıldığının(!) aksine ille de kendi şekli içinde gelişmesini, kendi kalıbı içinde bir üretimi teşvik etmez. Gelenek, ilkeler üzerinden sürdürür tenkidini.
Akbaş’ın doğup büyüdüğü coğrafyada, cenaze evinden dönen kadınlar yakılan ağıtlarla ilgili tenkitlerini dile getirirler ve “güzel ağladı”, “kaideyi tutturamadı”, “ağlamasını bilmiyor” gibi hükümlere bağlarlar. Bunlar tamamen farklı kavramlarla şiir tenkididir aslında. Öte yandan Akbaş, temas ettiği şairlerin de tenkitlerini dinlemiş, yeri geldiğinde büyük biri- kimi yedeğine alarak tenkitlerde bulunmuştur. Bu kültür atmosferinde tenkit, kendi tabii seyri ve kuralları içinde işlemekte ve miras üzerinde düzeltmeler, değişiklikler yapmaktadır. Gelenek, daima daha iyiye, daha doğruya yönelik olarak işleyen bir mekanizmadır dolayısıyla. Bütün bunlar bir tür güncellemedir. Akbaş, bu atmosferde temellük ettiği geleneği, yeni ve kendine has kalıplar(!) içinde, yeni durumlara uyarlayarak, geçmişe saygısını yitirmeden, bağlarını koparmadan şiirinde terennüm etmiştir. Geleneği temellük etmenin anlamı da tam olarak budur. Onun ilkelerini yeni bedenlerde yaşatmak hatta gerektiğinde başka bir bedende ona yeniden can vermektir. Geleneği, kendi kalıpları içinde yaşatmaya çalışmak onu ölüme mahkûm etmekten başka bir şey değildir. Aslında çevresindeki şairlerin mesela Bahattin Karakoç ve Abdurrahim Karakoç’un da tutumlarının böyle olması Akbaş için bir avantajdır.
Miras Üzerinde Tasarruf
Akbaş, şüphesiz köy odalarında dinlediği cenklerle aruzun, mesnevi türünün sesine ve dolayısıyla ahengine, edasına bir aşinalık kazanıyordu. Aynı şekilde halk şairlerinden dinlediği türkülerle de halk şiirinin sesine ve edasına… Belki burada dursa, daha doğrusu bununla yetinse geleneği taşıma, yenileme gücüne de sahip olamayacaktı. Bir halk şairi olarak kendi coğrafyasında çalıp söyleyecekti. Üniversite tahsili için İstanbul’a gelmesi, ilk gençlik yıllarında sezdiği şeylerin akademik bir disiplin içinde ele alınması imkânını doğurmuştur. Akbaş’ın üniversite tahsili sırasında divan edebiyatıyla temas etmesi, çocukluğunda dinlediği destanların, Ahmediye ve Muhammediye gibi eserlerin tesirinin canlanması anlamına gelmektedir. Şüphesiz Türk Dili ve Edebiyatı okumak ona çok şey katmıştır. Ama kanaatimce en önemlisi bu gün her biri alanında söz sahibi olan arkadaş çevresinin de katkısıyla –entelektüel sohbetleri kastediyorum- kendisine yüklediği sorumluluktur. Bu sorumluluk gelenekle, tarihle, geçmişle ilgilidir. Daha doğrusu geçmişi, geleneği, tarihi şiir formu içinde geleceğe aktarmakla… Bir tür mücedditliktir onun yapmaya soyunduğu şey. Bunda ne kadar başarılı olup olmadığı ayrı bir yazı ve tartışma meselesidir. Doğrusu böyle uzun bir muhasebeye girmiş değilim. Ancak indi bir hüküm şeklinde de olsa, Akbaş’ın bu yenileme, güncelleme meselesinde hiç değilse geleneğin üzerine eğildiği kısımlarında çok başarılı olduğunu söylemek isterim. Elbette tek bir kişiden, bütün bir geleneği, bütün bir Türk şiir birikimini güncellemesini beklemek insafsızlık olur.
Ali Akbaş, halk şiirinin türlerini (destan, sagu, mani ve ninni gibi) modern şiirin imkânlarıyla geleneğin imkânlarını bir arada kullanarak ve özgün metinler yazarak güncellemiştir. Aynı şeyi divan şiiri geleneği için de söylemek mümkündür. Mesela bir şiirinin adı Varsağı, başka bir şiirinin adı Tuyuğ, bir başkasının Kuş Sagusu’dur. Aynı şekilde o, Güz Gazeli’nin, Mümine Hatuna Gazel’in de şairidir. Nineme Ninni, Dağlara Destan, Erol Güngör’e Ağıt şiirleri de onundur. Daha fazla saymayacağım. Ali Akbaş’ın şiirlerinin adından hareketle de bir yazı yazılabilir elbet. Burada maksadım onun şiir adlandırmalarında geleneksel türlerin nasıl devam ettiğini göstermektir.
Modern Bir Şair Olarak Ali Akbaş?
Peki, Ali Akbaş’ın şiirini modern kılan şey nedir? Burada hemen modernlikle modernistliğin iki ayrı şey olduğu gerçeğine vurgu yaparak meseleye girmek isterim. Modern, yaşadığı çağa ve şartlarına uygun davranan, bunu yaparken de büyük birikimle yani gelenekle bağını koparmayan demektir. Modernistlik ise bir tür ideolojik tutum içinde olmaktır ve durduğu safı, yeri savunmak için modern olmayan her şeyi “öteki” olarak tanımlama temayülü içindedir. İdeolojilerin işleyiş mantığıdır bu zira. Dolayısıyla bir tür bağnazlık hâli söz konusudur. Modernist, kendi çağının dışında kalan her şeyi kısır tanımlamalar içine hapsetme eğilimindedir. “Çağdışı”, “demode”, “ilkel”, “otantik” gibi tanımlamalara sık başvurur ve kendisinden olmayanı bu kavramların içine hapsetmeyi hedefler. Bu kavramların farklı kelimelerle bileşerek sosyal ve siyasi hayatımızda nasıl kullanıldığının örneklerini vermeye gerek duymuyorum. Ötekileştirici kelime ve kavramlardır bunlar.
Modernlikte ise geçmişin güncellenmesi esastır. Bu noktada gelenek ve modernliğin buluştuğunu söylemek kaçınılmaz olmaktadır. Bir akarsu içinde yuvarlanan taş, buna güzel bir örnek olabilir. Bir şekilde suyla buluşmuş olan şekilsiz bir kaya parçası, uzun bir yolculuk ve zaman içinde fazlalıklarından kurtula kurtula kusursuz bir şekle ulaşır. Zaman ve coğrafya (yolculuk) onun üzerinde ameliyesini gerçekleştirmiştir. Modern tutum, kendisine ulaşmış olanın üzerinde yeni ve yaşadığı zamana uygun bir ameliye gerçekleştirmektir. Akbaş’ın yaşadığı çağda geleneğin güncellenmesi zamana uygun olan ameliyeydi. Yahya Kemal’in klasik şiirimiz için yaptığı