Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор
küffar elinde/ Yer altına sızdı Aral” diyen Akbaş, yaşadığımız coğrafyanın bize ait olma şuurunu bugünkü nesle ulaştırmaya çalışan bir fikir sahibidir, önemli bir davanın temsilcisi olarak haykırmaktadır aynı zamanda. Bizim derdimiz, bizim sesimiz, bizim çığlık ve feryadımızdır Ali Akbaş. Günlük telaşların içinde, içinden çıkıp geldiği topluma karşı sorumluğunu hakkıyla yerine getirememesinin pişmanlığı içerisinde, zaruretin bağıyla bağlandığının iç geçirmesidir Elif’e verilen sözün yerine getirilemeyişi:
“Köy dağların ardında kaldı
Bir gün çıktım yel-yapalak
Köy dağların ardında kaldı
Türküleri unuttum
Gitgide ıradı kağnı sesleri
Bir daha uğramadım
Hâlbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım
Kız dağların ardında kaldı
Sanırım;
Özlemiş, özlemiş alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif
Bilirim ardımdan atıyorlar
‘İnsanoğlu çiğ süt içmiş emmioğlu
Sözü savı mı olur?
Mümkünü yok
Dönmez artık
Dönmez o…”
Millî duruşun yanı sıra, insani olan her kavram Akbaş’ın şiirlerinde kendine yer bulur. Bize bizi hatırlatır.
“Çanakkale bir velvele
Bu velvele gelmez dile
Direndik yedi düvele
Taş üstünde taş kalmadı”
diyerek o dönemi bu döneme taşıyan “şuurun” sese bürünüşüdür. Ali Akbaş, sağ-sol mücadelesinin getirdiği kargaşadan geçmiş, gönül coğrafyasına destanlar yazarak Türk illerine şiir güvercini uçuran ak saçlı Ulu Bey’dir. Yazdığı şiir ve yazılarıyla Türk Dünyası tarafından kabul gören söz süvarisi, söz dünyasından ses ipine dizdiği şiirlerle gönül dünyamıza ışık tutan, bize bizi hissettiren derviş gönüllü bir alperendir. Onun şiirlerini “Türkçe’min ses bayrağı” gibi gönlümde dalgalandırıyorum.
Ali Akbaş Hocam, Elbistan’da doğup, bâd-ı sabâ ile söz deryasının ufuklarına yelken açarak, duygu çiçeklerinin açıldığı “Gönül Coğrafyamızın Ak-saçlı Akbaş”’ıdır.
“Bin yılda yoğurduk her mısraını,
Yüzüğe kaş ettik Ağrı Dağını,
Dünyaya değişmem bir aksağını,
Gönlüme göredir bizim türküler.
…
…
Veysel susar, Davut Sularî söyler
Kırımdan gelirken serdarı söyler
Köylüsü-kentlisi, hünkârı söyler
Fermanda tuğradır bizim türküler.
…
…
Bağlama dediğin üç tel bir tahta,
Ne şaha baş eğmiş, ne taca tahta,
Tüm dertleri özetlemiş bir ‘ah’ta,
Bozkırda naradır bizim türküler.”
diyen, acıyı-tatlıyı, hüznü-sevinci, elemi-kederi, toyu-düğünü, özlemi, gurbeti, ölümü-hayatı, zulmü-haksızlığı velhasıl bizi biz eden değerlerin formüle edildiği Türkülerimize gösterdiği hassasiyeti hissiyata döken şair, toplumun ortak vicdanıdır.
“Ey şiir kanayan yaramsın benim
Göğsümde taşırım, gören gül sanır.
Feryadım, figanım, naramsın benim
Uzaktan duyanlar, bir bülbül sanır
Söz düşmüş payıma Bezm-i Elest’te
Bir vefasız yâre oldum dilbeste.
Çırpınıp dururum hep bu kafeste
Söylemem derdimi, tahammül sanır.”
Akbaş; ruhunun melâl burcunu mesken tutan hüzünlerini, heyecanlarını, hayâllerini, sevinçlerini ve ima yoluyla en mahrem sırlarını gönül teriyle mayalayarak, gönül dilinin tercümanı diye nitelendirdiğimiz, edebiyat dünyasının hakanı, nazım ve nesir ülkesinin sultanı şiir diye anlamını bulan duygu çiçeklerinin elvan elvan açtığı efsunkâr gülistanda bizlere meramını anlatmaktadır.
Ezcümle; Ali Akbaş, insanı insan eden değerleri şahsında toplamış, büyük bir şairdir.
Daha lise öğrencisiyken katıldığı yarışmada birincilik kazanan şiiri, Maraş Lisesi Marşı olarak kabul edilen Akbaş, 1991 yılında, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Kuş Sofrası” adlı kitabıyla çocuk edebiyatı dalında yılın şairi seçilmiş ve 1993 yılında, Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen “II. Türk Dünyası Şiir Şöleni”nde “Mağcan Cumabayulı Ödülü”ne lâyık görülmüştür.
Şiirimizin en güçlü seslerinden biri olan Ali Akbaş’a yüce Allah’tan hayırlı ömürler dileriz.
ALİ AKBAŞ’TA MODERNLİK VE GELENEK
Bahtiyar ASLAN
Bu sorumluluk gelenekle, tarihle, geçmişle ilgilidir.
Daha doğrusu geçmişi, geleneği, tarihi şiir formu içinde geleceğe aktarmakla…
Bir tür mücedditliktir onun yapmaya soyunduğu şey.
Ali Akbaş’ın şiir toplamına bakınca ilk elden ve kolaylıkla varılan hüküm onun şiirinin gelenekle ilgili olduğudur. Zygmunt Bauman’ın da dediği gibi eğer gelenek, geçmişin mesajıysa bu hükmü bütün şairler için vermek kaçınılmaz olacaktır. Çünkü şiir için gelenek, şiir türünün icadıyla başlamıştır ve türün içinde gerçekleşen her yeni(!) çıkış artık o büyük gelenek/birikim içinde ifade edilmeye mahkûmdur. Elbette bu tür bir akıl yürütmenin daha çok polemikle ilgisi vardır. Öyleyse bir şairin gelenekle ilgisini belirlemek için başka kıstaslara ihtiyacımız var demektir. Dolayısıyla burada şairin tutumuna göre bir yol ayrımı kaçınılmaz gibi görünüyor. Bunu ve kıstasları şüphesiz “mesaj” kavramına yüklenen anlam belirleyecektir.
Bu yol ayrımının bir yönünü, “mesaj” kavramını geçmişi ve büyük birikimi yok saymamak kaydıyla -söz konusu şiir olduğu için- şiirin, şiir sanatının ve geniş anlamda yaratmanın ilkeleri olarak tercüme edenler; diğer yönünü ise ilkelerden ziyade mesajın şeklini önemseyenler ve yaratmanın, sanatın hep aynı şekil/ler içinde yapılması, yani mesajın hep aynı zarf içinde iletilmesi gerektiğini savunanlar oluşturur. Bir tür zarf-mazruf ilişkisidir bu. Özellikle yol ayrımını gerçekleştiren ikinci kısmın tutumu modern bir durumdur. Modern bir durum fakat modern bir tutum değildir. Şunu söylemeye çalışıyorum tam olarak; aslında geleneğin anlamını tam olarak kavrayamadıkları ve hatta gelenekle sağlıklı ilişkiler kuramadıkları için modernliğe tamamen refleksif bir tepki vermektedirler ve dolayısıyla geleneğin kendini yenileme, güncelleme ilkelerinden uzaklaşmaktadırlar.