İki Şehrin Hikâyesi. Чарльз Диккенс
bir adamı parçalarına ayırmak zordur sanırım. Birini öldürmek yeterince zor, bir de onu parçalamak çok zordur efendim.”
“Pek de değil.” dedi yaşlı müdür, “Kanun hakkında doğru konuşun. Hem siz kanunu bırakın da kendi göğsünüzü ve sesinizi koruyun sevgili dostum. Size tavsiyem budur.”
“Göğsümü rahatsız edip sesimi bozan nem efendim.” dedi Jerry. “Ne kadar rutubetli bir işim olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum.”
“Evet, evet,” dedi müdür, “her birimiz farklı yollardan hayatımızı kazanıyoruz. Kimisininki yaş, kimisininki kuru. İşte mektup. Haydi gidin.”
Jerry mektubu alıp dışarıya gösterdiğinden daha hürmetsiz bir tavırla, içinden, “Sen de o dar kafalı adamlardan birisin.” dedi. Selam verip odadan çıktı, geçerken oğluna gideceği yeri haber verip yola koyuldu.
O günlerde mahkûmlar Tyburn’de asılırlardı. Bu yüzden o zamandan beri infazlarla anılan Newgate dışındaki cadde, kötü bir şöhrete sahip değildi. Fakat hapishane, berbat bir yerdi. Burada her tür ahlaksızlık ve canilik bulunur, korkunç hastalıklar buradan yayılırdı. Mahkûmlar tarafından mahkemelere taşınan hastalıklar kimi zaman da hâkimleri vurur, onu kürsüsünden ederdi. Öyle ki, siyah başlıklı hâkim kendi ölüm kararını da en az mahkûmunki kadar kesin bir dille telaffuz eder ve ondan önce hayata gözlerini kapatırdı. Diğerleri için Londra Ağır Ceza Mahkemesi, soluk benizli yolcuların arabalar veya faytonlar içerisinde ardı arkası kesilmez bir biçimde öteki dünyaya yolculuğa çıkarıldığı bir tür ölümcül han olarak ünlenmişti. Dört kilometrelik bu yol, iyi vatandaşları utandırıyordu, tabii şayet böyle vatandaşlar varsa. Başlangıçta iyi amaçlara hizmet etmesi arzulanmıştı. Şimdi de oldukça etkili bir amaçla kullanılıyordu. Burası aynı zamanda, eski ve boyutlarını kimsenin önceden tahmin edemeyeceği bir ceza şekli olan boyundurukla teşhir etme, yine eski bir yöntem olan, seyretmesi fazlaca insancıl ve sakinleştirici kırbaçlama cezaları ve ayrıca, dünya üzerinde işlenebilecek en korkunç suçların karşılığında diyet almak için yapılan korkunç işlemlerle de ünlüydü. Kısacası Londra Ağır Ceza Mahkemesi, o tarihte ahlakın alternatif tanımlarından biriydi.
Kötü kokulu kalabalığı yarıp bu korkunç sahnede toplanmış insanların aralarından buna alışık biri edasıyla geçen haberci, aradığı kapıyı buldu ve üzerindeki kapaklı delikten mektubu içeriye uzattı. Zira o dönemde insanlar, tıpkı Bedlam’da oynanan bir oyunu izlemek için ödedikleri gibi, Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nde sergilenen oyunu izleyebilmek için de ücret ödüyorlardı. Tabii bu gösteri çok daha kıymetliydi. Bu nedenle Londra Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki tüm kapılar çok iyi korunuyordu. Sadece mahkûmların içeri alındığı kapılar istisnaydı ve bunlar daima sonuna kadar açık bırakılırdı.
Bir müddet bekleyiş ve tereddüdün ardından kapı gönülsüzce aralandı ve Bay Cruncher mahkemeye süzüldü.
“Neler oldu?” diye kendini yanında bulduğu adama fısıltıyla sordu.
“Henüz hiçbir şey.”
“Bundan sonra ne var?”
“Vatana ihanet davası.”
“Parçalama davası, değil mi?”
“Ah!” diye cevapladı adam bir çeşit zevkle. “Önce ipe çekilip ölmeden indirilecek, ardından kendi gözleri önünde parçalara ayrılacak, daha sonra bağırsakları deşilip yakılacak ve başı kesilip bedeni dört parçaya ayrılacak. İşte ceza bu.”
“Tabii suçlu bulunursa demek istiyorsun öyle değil mi?” diye ekledi Jerry.
“Onu suçlu bulacaklar.” dedi diğeri. “Bundan şüphen olmasın.”
Bay Cruncher’ın dikkati, elindeki notla Bay Lorry’ye yaklaşan kapıcıya yöneldi. Bay Lorry peruklu adamlarla bir masada oturuyordu. Masaları, önünde bir yığın kâğıt bulunan peruklu savunma avukatından pek de uzak değildi ve tavana bakıp duran, elleri ceplerinde yine peruklu bir başka adamın çaprazındaydı. Kaba kaba öksürüp elini çenesine sürten ve eliyle işaretler yapan Bay Cruncher nihayet onu aramak için ayağa kalkan Bay Lorry’nin dikkatini çekebildi. Bay Lorry kendisini gördüğünü belli edecek şekilde başını sallayıp tekrar yerine oturdu.
“Onun bu davayla ne alakası var?” diye sordu konuştuğu adam.
“Biliyorsam ne olayım.” diye cevapladı Jerry.
“Peki senin ne alakan var, sorabilir miyim?”
“Bunu da biliyorsam ne olayım.” dedi Jerry.
Hâkimin salona girmesiyle kalabalıkta büyük bir hareketlenme oldu ve daha sonra herkes yerine oturup sustu. Şimdi sanık sandalyesi herkesin ilgi odağıydı. Burada ayakta durmakta olan iki gardiyan çıkıp mahkûmu getirdi ve yerine oturttu.
Artık herkes, tavana bakıp duran peruklu adam hariç, ona bakıyordu. Salonda nefes alan her canlı deniz gibi, rüzgâr gibi ya da ateş gibi ona dönmüştü. Köşelerdeki ve sütunların yanındaki sabırsız yüzler bir kez olsun adamı görebilmek için gayret sarf ediyor, arka sıralarda oturan seyirciler ayağa kalkıyor, ayakta duranlarsa önlerindekilerin omuzlarından destek alıp parmaklarının üzerinde yükselerek, pencere pervazlarına çıkarak onun her santimetrekaresini görmeye çalışıyorlardı. Newgate’in çivili duvarlarının hareketli bir parçası gibi göze çarpan Jerry, ayakta duruyordu. Yolda içtiği biraların kokusu nefesiyle etrafa yayılıyor, diğer bira, cin, çay ve kahve kokularıyla karışıp burnuna doluyor ve arkasındaki büyük pencerelerde pis bir buğu oluşturuyordu.
Tüm bu bakışların ve ilginin yöneldiği kişi, yirmi beş yaşlarında, iyi yetişmiş ve iyi görünümlü, kara gözleri ve güneşten yanmış yanakları olan genç bir adamdı. Genç bir beyefendi gibi görünüyordu. Siyah ya da füme sade bir elbise giymişti. Uzun siyah saçları, süs olmaktan ziyade yüzüne gelmesin diye başının arkasında bir kurdeleyle bağlanmıştı. Zihindeki duyguların kendini kıyafetlerde açığa vurması gibi içinde bulunduğu durumdan ötürü soluklaşan yüzünün yanaklarda kahverengiye dönmesi, ruhunun güneşten daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Soğukkanlı bir tavırla hâkimi selamlayıp sessizce durdu.
Bakışlar ve fısıltılarla bu adama yönelen ilgi, insancıl bir ilgi değildi. Çok daha az ürkütücü bir cezaya çarptırılacak olsaydı, vahşet dolu ayrıntılardan birinden şans eseri kurtulabilecek olsaydı, tüm büyüsünü yitirecekti. Utanç verici bir şekilde parçalanacak olan bu beden, tüm bakışları çekmişti. Katledilip parçalara ayrılacak olan bu ölümsüz yaratık heyecan uyandırmıştı. İzleyiciler, kurnazlıkla ve kendilerini kandırarak bu ilgiyi neye yorarlarsa yorsunlar, aslında temelinde yatan şey tekti: Canilik.
Mahkemede sessizlik çağrısı yapıldı ve sanık hakkındaki iddianame okunmaya başladı: Büyük, şanlı, yüce vb. kralımız ekselansın şu şu sebeplerle şu şu koşullarda, Fransa Kralı Lewis’in desteğiyle büyük, şanlı, yüce vb. kralımıza karşı yürüttüğü savaşta, büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın dominyonları arasında gidip gelerek ahlaksızca, sahtekârca, haince ve şeytana yakışır diğer tüm sıfatlarla bahsi geçen Fransa Kralı Lewis’e büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın hangi kuvvetlerinin Kanada ve Kuzey Amerika’ya gönderilmek üzere hazırlık yaptığını bahsi geçen Fransa Kralı’na açıklamak suretiyle vatana ihanet suçuyla yargılanan sanık Charles Darnay, dün aleyhindeki suçlamaları reddedip, masum olduğunu savundu…”
Kafası hukuki terimlerle doldukça saçları daha fazla diken diken olan Jerry, muazzam bir tatmin duygusu içerisinde, olanları güç bela anlıyordu. Adı geçen ve defalarca yinelenen Charles Darnay, mahkeme heyeti karşısında ayakta duruyor, jüri yeminini ediyor ve başsavcı konuşmaya hazırlanıyordu.
Oradakiler