Mrs. Dalloway. Вирджиния Вулф
bir göreve tabiymişçesine Batı’dan Doğu’ya geçmek kaderlerinde vardı, asla açıklanamayacak ancak çok önemli -çok çok önemli olan bir görev. Sonra ansızın uçak, Mall’daki, Green Park’taki, Piccadilly’deki, Regent Sokağı’ndaki16 herkesin kulaklarını çınlatarak tünelden çıkan bir tren gibi bulutların arasından tekrar belirdi ve arkasındaki duman kıvrıldı, aşağı doğru indi, art arda harfler yazarak hızla yükseldi -fakat hangi kelimeyi yazıyordu ki?
Lucrezia Warren Smith, Broad Walk’taki Regent Park’ta bulunan bir bankta kocasının yanında oturuyordu, yukarı doğru baktı.
“Bak, bak, Septimus!” diye haykırdı. Zira Dr. Holmes, kocasının (ki ciddi hiçbir şeyi yoktu, sadece biraz keyifsizdi) kendi iç dünyası dışında bir şeylerle ilgilenmesini istiyordu.
Yani, diye düşündü Septimus, yukarı bakarken, bana bir işaret gönderiyorlar. Açıkça kelimelere dökerek değil; henüz dilini anlayamıyordu ama yeterince ortadaydı bu güzellik, bu eşsiz güzellik, tükenmez merhametiyle ve tebessüm eden iyiliğiyle ona sunulan bu mahzun, gökte eriyen dumandan kelimelere baktıkça gözleri yaşarıyordu; birbiri ardına sıralanan bu akılalmaz güzellikler, karşılık beklemeden, sonsuza kadar, sadece bakması için her seferinde daha da güzel olma niyetinde olduklarını gösteriyorlardı! Gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Şekerleme bu; şekerleme reklamı yapıyorlar.” dedi bir dadı, Rezia’ya.17 Birlikte hecelemeye başladılar ş… e… k…
“K… R…” dedi dadı, Septimus kulağının dibinde “Ka… Ra…” dendiğini işitti, derinden ve usulca, bir org sesi gibi ama bir çekirgenin sesinin az biraz törpülenmiş hâline benzer bu sesteki kabalık, omurgasına leziz bir şekilde yayıldı ve ses dalgaları zihnine işledi, sarsılıp kırıldılar. Muhteşem bir keşifti gerçekten -yani insan sesi belli atmosfer koşullarında (zira kişi bilimsel olmalıydı, her şeyden öte bilimsel) ağaçlara can katabiliyordu! Rezia sevinçle kocasının dizine elini koydu; öyle bir ağırlıktı ki bu Septimus çakıldı, donakaldı, yoksa bir o yana bir bu yana salınan karaağaçların, bir o yana bir bu yana salınan yapraklarının ve derin dalgalar gibi maviden yeşile incelen ve yoğunlaşan, atların başlarındaki tuğlar veya hanımların tüylü şapkaları gibi, gururla salınan bu ağaçların coşkusu onu delirtirdi. Ama o delirmeyecekti. Gözlerini kapayacak ve bir şey görmeyecekti artık.
Ama işaret ediyorlardı; yapraklar canlıydı, ağaçlar canlıydı. Ve yapraklar milyonlarca lifle Septimus’ın vücuduna bağlıydılar, orada, bankta oturan gövdesini usulca sallıyorlardı, dal uzandığında o da uzanıyordu. Kanat çırpan, kırık çeşmelere doğru yükselip alçalan serçeler de bu dokunun bir parçasıydılar; kara dallarla çizgilenmiş beyaz ve mavi… Sesler önceden planlanmış bir ahenk içine girdiler; aralarındaki duraklar da seslerin kendileri kadar önemliydi. Bir çocuk ağladı. Uzaktan bir korna sesi geldi. Hepsi birlikte yeni bir dinin doğuşu anlamına geliyordu…
“Septimus!” dedi Rezia. Septimus yerinden sıçradı. İnsanlar fark etmiş olmalı.
“Havuza kadar yürüyüp geleceğim.” dedi Lucrezia.
Zira artık dayanamıyordu. Dr. Holmes istediği kadar önemli bir şey değil diyebilirdi. Septimus böyle bir duruma düşeceğine ölseydi daha iyiydi! Öyle gözlerini dikip baktığında yanında duramıyordu, kendisini görmüyordu resmen, her şeyi berbat ediyordu; gökyüzünü, ağaçları, oyun oynayan, arabalarını çeken, ıslık çalan, düşen çocukları, hepsini berbat ediyordu. Kendini öldüremezdi; Lucrezia da kimseye bir şey söyleyemiyordu zaten. “Septimus son zamanlarda çok çalıştı.” diyebilmişti annesine. Sevmek insanı yalnız kılıyor, diye düşündü. Kimseye bir şey söyleyemiyordu artık, Septimus’a bile ve arkasına bakınca onu, yırtık pırtık paltosuyla, kamburlaşmış bir şekilde otururken; gözlerini dikmiş tek bir noktaya bakarken buldu. Bir erkeğin kendini öldüreceğini söylemesi korkakça olurdu zaten ama Septimus savaşa katılmıştı; cesurdu; eski Septimus değildi artık o. Dantel yakasını, yeni şapkasını fark etmemişti bile; Lucrezia’sız da mutluydu besbelli. Oysa hiçbir şey onsuz mutlu edemezdi Rezia’yı! Hiçbir şey! Septimus bencildi. Erkekler öyledir işte. Zira hasta değildi. Dr. Holmes hiçbir şeyi olmadığını söylemişti. Elini önüne doğru uzattı. İşte! Alyansı kaydı parmağından -nasıl da zayıflamıştı. Kendisiydi acı çeken, ama kimsesi yoktu ki anlatabileceği.
İtalya, bembeyaz evler, kız kardeşlerinin oturup şapkalar yaptığı oda, her akşam yürüyen, kahkahalarla gülen insanlarla kalabalıklaşan sokaklar uzaktaydı; buradaki tekerlekli sandalyelerine kıvrılmış hâlde saksılara sıkışmış çirkin çiçeklere bakan yarı-canlı insanların aksine!
“Milano’daki bahçeleri bir görseydiniz!” dedi yüksek sesle. Ama kime?
Kimse yoktu. Sözleri dağılıp gitti. Tıpkı bir roket gibi. Kıvılcımlar, gecenin içine doğru dalıp, ona teslim olurlar, karanlık çöker, evlerin ve kulelerin dış çizgilerinin üzerine doğru dökülür; kasvetli tepeler yumuşar ve boyun eğerler. Fakat kıvılcımlar gitmiş olsalar bile, gece onlarla doludur; renklerinden yoksun, pencerelerinden silinmiş olsalar da hareketsiz bir şekilde var olurlar, sade gün ışığının iletemeyeceği duyguları açığa vururlar -karanlıkta toplanan endişe ve gerginlikleri; karanlığa yığılan şeylerin; duvarları beyaz ve griye boyayan, her bir pencereyi yerli yerine koyan, tarlalardaki sisi kaldıran, huzurla otlayan kızıl kahve inekleri gösteren şafağın rahatlığından yoksun; şafakla her şey bir kez daha süslenir gözlerde, bir kez daha var olur. Yalnızım, yalnızım, diye haykırdı Regent Park’taki havuzun yanında (Hintli’ye ve haçına dikmişti gözlerini), belki gece yarısı, bütün sınırlar kalktığında, ülke antik şekline bürünecekti; Romalıların bir zamanlar gördüğü gibi, ilk ayak bastıklarındaki gibi, bulutlu, isimsiz tepelerle ve nereye aktığı bilinmeyen ırmaklarla -öylesiydi Lucrezia’nın karanlığı; aniden sanki orada bir kaya belirivermiş ve kendi de üstünde duruyormuş gibi, onun karısı olduğunu, yıllar önce Milano’da evlendiklerini ve onun deli olduğunu asla ve asla söylemeyeceğini tekrarladı! Döndüğünde kaya parçası devrildi, aşağı, aşağı doğru yuvarlandı Lucrezia. Zira o gitmiş, diye düşündü -gitmiş, tehdit ettiği gibi, kendini öldürecek- bir arabanın altına atacak kendini! Ama yoo, oradaydı işte; hâlâ bankta tek başına oturuyordu, yırtık pırtık paltosuyla, bacak bacak üstüne atmış, gözlerini dikmiş, yüksek sesle konuşuyor.
İnsanlar ağaçları kesmemeli. Bir Tanrı var (Böyle aydınlanma anlarını zarfların arka yüzlerine not ederdi.). Dünyayı değiştir. Hiç kimse nefretten öldürmez. Duyurun (Not etti.). Bekledi. Dinledi. Karşıdaki parmaklığa konmuş bir serçe dört beş kez Septimus, Septimus diye cıvıldadı ve notaların üstüne basarak ışıl ışıl ve dokunaklı bir şekilde Yunanca sözcüklerle, suç diye bir şey olmadığını söyledi, bir başka serçe ona katıldı ve birlikte dokunaklı Yunanca sözcüklerle hayat çayırındaki ağaçların, ırmak boyunca yürüyen ölülerin ve nasıl ölüm diye bir şey olmadığının türküsünü söylediler.
Şurada eli, işte şurada da ölüler duruyordu. Karşıdaki parmaklıkların arkasında beyaz şeyler toplaşıyordu. Ama Septimus’ın bakmaya cesareti yoktu. Parmaklıkların arkasında Evans vardı!
“Neler söylüyorsun?” dedi Rezia aniden ve yanına oturdu.
Bölmüştü yine! Hep böyle bölüyordu.
İnsanlardan uzaklara, insanlardan uzağa gitmeliyiz (sıçrarken), dedi Septimus, tam oraya, ağacın altında iskemlelerin olduğu yere; tavanında mavi bir örtü, yukarısında pembe bir duman olan, yeşilliğe daldırılmış parkın uzun eğimi boyunca gitmeliydiler; uzaklardaki dumana gömülmüş, kale duvarlarını andıran, düzensiz evlerin
16
Regent Sokağı: Şık alışveriş caddesi (ç.n.).
17
Lucrezia’nın kısaltılmışı, Rezia’dır (ç.n.).