Mrs. Dalloway. Вирджиния Вулф
Lucy’nin eline tutuşturduktan sonra onu hafifçe itip “Al şunu! Mrs. Walker’a benden selam ilet. Haydi al şunu!” diye haykırdı.
Lucy salonun kapısında, elinde yastığıyla durdu; utana sıkıla, kızararak elbiseyi tamir etmesine yardım edip edemeyeceğini sordu.
Ama, dedi Mrs. Dalloway, yeteri kadar işi yok muydu zaten, epeyce hem de buna sıra gelmezdi ki…
“Ama teşekkür ederim Lucy, ah gerçekten teşekkür ederim!” dedi Mrs. Dalloway ve teşekkür ederim, sağ ol diye mırıldanmaya devam etti (dizlerinin üstünde elbisesi, makasları ve ibrişimleriyle kanepeye otururken), teşekkürler, teşekkürler, demeye devam etti; hizmetkârlarına bunu genelde içtenlikle söylerdi, böyle biri olmasına, istediği kişi olmasına yardım ettikleri için, böyle nazik, cömert, iyi yürekli. Hizmetçileri onu severlerdi. Şu elbise -neredeydi yırtık? İpliği iğneye geçirmesi lazımdı şimdi. En sevdiği elbiselerden biriydi bu, Sally Parker’ın diktiği son elbiselerden biri, yazık ki Sally emekli olmuştu, Ealing’de yaşıyordu; eğer zamanım olursa, diye düşündü Clarissa (ama zamanı hiç yoktu artık), gidip onu Ealing’de görmeliyim. Zira harika bir kişiliği var, diye düşündü Clarissa, gerçek bir sanatçı. Ufak tefek şeyler eklemeyi severdi ama yine de hiç tuhaf değildi elbiseleri. Hatfield’da giyebilirdin; Buckingham Sarayı’nda da. Clarissa Hatfield’da da giymişti onları; Buckingham Sarayı’nda da.
Bir sessizlik çöktü üstüne, bir sakinlik, bir huzur, iğnesini ipeğe usulca sabitledikten sonra yeşil kırmaları bir araya getirip hafifçe kemere tuttururken. Bir yaz günü toplanan, dengelerini yitirip dağılan dalgalar gibi toplanıp dağılan ve sanki bütün dünya “hepsi bu” der ağır ağır, öyle ki sahilde uzanmış bedendeki yürek bile “hepsi bu” deyinceye kadar. Korkma artık, der yürek. Korkma artık, der yürek ve yükünü, tüm acılar için bir of çeken denize boşaltır ve yenilenir, doğar, toparlar, dağılır. Ve beden bir başına kulak verir geçen bir arıya, kırılan dalgaya, havlayan köpeğe, uzaklarda havlayıp duran köpeğe.
“Tanrı aşkına! Kapı çalınıyor!” diye haykırdı Clarissa, iğneyi bıraktı. Doğruldu, kulak kabarttı.
“Mrs. Dalloway benimle görüşür.” dedi holdeki orta yaşlı adam. “Evet, benimle görüşür.” diye tekrarladı, Lucy’yi kibarca kenara itti ve hızla yukarı koştu. “Evet, evet, evet…” diye mırıldanıyordu yukarı doğru koşarken. “Benimle görüşecek. Hindistan’da geçen beş yıldan sonra benimle görüşecektir.”
“Kim o, bu saatte?” dedi Mrs. Dalloway (Parti vereceği gün, saat on birde rahatsız edilmesinin rezillik olduğunu düşünüyordu.), basamaklardaki ayak seslerini duyduğunda. Kapının tokmağının üzerinde bir el olduğunu hissetti. Mahremiyete saygı duyan, bekâretini koruyan bir bakire gibi, elbisesini saklamaya çalıştı. Pirinç kapı kolu çevrildi. İşte kapı açıldı ve içeri -bir anlığına adını hatırlayamadı karşısındakinin! Onu gördüğü için çok şaşırmış, çok sevinmiş ve kızarmıştı, Peter Walsh’ın böyle beklenmedik bir şekilde sabah sabah evine gelmesi onu resmen afallatmıştı (Mektubunu okumamıştı.)!
“Nasılsın bakalım?” dedi Peter Walsh, sevinçle titreyerek, iki elini avcunun içine aldı, öptü. İhtiyarlamış diye düşündü otururken. Ona hiçbir şey söylememeliyim bu konu hakkında diye düşündü, çünkü gerçekten ihtiyarlamış. Beni inceliyor diye düşündü, ani bir utanma geldi üstüne, ellerini öpmesine rağmen. Elini cebine sokup büyük bir çakı çıkardı ve yarıya kadar açtı.
Hiç değişmemiş, diye düşündü Clarissa; aynı tuhaf görünüş; aynı ekose takım, yüzü biraz çökmüş, biraz daha ince, biraz kurumuş belki de ama korkunç derecede iyi gözüküyor, tıpkı eskisi gibi.
“Seni tekrar görmek ne kadar güzel!” diye haykırdı Clarissa. Çakısını çıkarmıştı Peter. Tam onun yapacağı bir hareket diye düşündü.
Daha dün gece gelmiş, öyle demişti; hemen sayfiyeye gitmesi gerekiyordu; herkes nasıldı -Richard? Elizabeth?
“Peki bunlar da ne?” dedi, çakısıyla yeşil elbiseyi göstererek.
Çok şık giyinmiş, diye düşündü Clarissa; yine de beni hep eleştirir.
İşte elbisesini onarıyor, her zamanki gibi elbisesini onarıyor, diye düşündü; ben Hindistan’dayken o burada oturarak vakit geçirmiş; elbisesini tamir etmiş; dolaşmış, davetlere gitmiş, Meclis’e gidip gelmiş falan; düşündükçe daha rahatsız oluyor, öfkesi artıyordu, zira bu dünyada bazı kadınlar için evlilikten daha kötüsü yoktur, diye düşündü ve siyasetten ve “muhafazakâr” bir kocaya sahip olmaktan, şu hayranlık uyandıran Richard gibi mesela. Evet öyle, evet öyle, diye düşündü çakısını bir çırpıda kapatırken.
“Richard gayet iyi, bir toplantıda.” dedi Clarissa.
Ve makasını eline aldı, elbisesinin işini bitirmeye devam etmesinde bir sakınca var mıydı, çünkü akşama bir partisi vardı da…
“Seni çağırmayacağım bir parti tabii…” dedi. “Peter’cığım!” dedi.
Onun ağzından bunu duymak nefisti -Peter’cığım! Kuşkuşuz her şey çok nefisti- gümüşler, sandalyeler; hepsi enfesti!
Neden kendisini partiye çağırmayacaktı ki?
Tabii ki çok çekici, diye düşündü Clarissa! Kusursuz bir çekicilik! Şimdi hatırlıyorum onunla evlenmeme kararını vermenin ne kadar güç olduğunu, niye öyle bir karar vermiştim ki diye merak etti, o korkunç yazda.
“Ama bu sabah gelmiş olman olağanüstü!” diye haykırdı elbisesinin üzerinde ellerini kavuştururken.
“Hatırlıyor musun…” dedi, “Bourton’daki panjurlar nasıl da pencereye çarpardı?”
“Çarparlardı.” dedi ve Clarissa’nın babasıyla baş başa kahvaltı ettiğini hatırladı garip bir şekilde; vefat etmişti babası ve Clarissa’ya yazmamıştı. İhtiyar Parry’yle zaten hiç geçinemezlerdi, o aksi, dizleri tutmayan, zayıf karakterli yaşlı adamla, Clarissa’nın babası Justin Parry ile.
“Keşke babanla daha iyi anlaşsaydım derim sık sık…” dedi Peter.
“Ama o benimle -yani benim arkadaşlarımdan hiç hoşlanmazdı ki!..” dedi Clarissa; Peter’a kendisiyle evlenmek istediğini hatırlattığı için dilini ısırmış olabilirdi.
Tabii ki istemiştim, diye düşündü Peter; kalbim kırılmıştı, diye düşündü; batan günün dehşetli ışığında terastan bakıldığında yükselen bir ay gibi alt etti kederi onu. Bir daha hiç öyle mutsuz olmadım, diye düşündü. Ve sanki o terasta oturuyormuş gibi Clarissa’ya doğru yaklaştı; elini uzatı; kaldırdı; bıraktı. Orada, tepelerinde asılı duruyordu ay. Clarissa da orada, ay ışında, terasta kendisiyle oturuyor gibi duruyordu.
“Herbert kalıyor şimdi.” dedi Clarissa. “Ben hiç gitmiyorum artık.”
Sonra, tıpkı ay ışığında terasta dururken sıkılan birinin yaptığı gibi; nasıl ki karşıdaki sessizce oturup, ayı seyreder ve konuşmazken; şimdiden sıkıldığı için çekinerek, ayağını kıpırdatır, boğazını temizler, masanın ayağındaki metal kıvrımlara bakınır, bir yaprağı kımıldatır ama hiçbir şey söylemez -Peter Walsh da öyle yaptı. Zira neden böyle geçmişi kurcalayalım ki, diye düşündü. Neden bunu düşünmesini sağlamıştı ki? Bunca cehennemî işkenceden sonra neden böyle acı çektiriyordu?
“Gölü hatırlıyor musun?” dedi, kalbini sıkıştıran, boğazındaki kasları geren ve “göl” dediğinde dudaklarının büzülerek kasılmasına yol açan bir duygunun baskısıyla, kısık bir sesle. Hem ördeklere ekmek atan bir