Mrs. Dalloway. Вирджиния Вулф
onsuz öğle yemeğine çağırmasının yarattığı şaşkınlık, içinde bulunduğu anı sarsmıştı, tıpkı nehir yatağındaki bir bitkinin nehirden geçen bir küreğin darbesiyle sarsılacağı gibi: öyle sallandı Clarissa; öyle sarsıldı.
Öğle yemeği davetlerinin son derece eğlenceli geçtiği söylenilen Millicent Bruton kendisini çağırmamıştı. Bayağı kıskançlıklar ayıramazdı onu Richard’dan. Ama zamanın kendisinden korkuyordu, Leydi Bruton’ın taştan oyulmuş ruhsuz bir pusulayı andıran suratından yaşamın nasıl çekildiğini görüyordu; kendine düşen dilimin her geçen yıl nasıl azaldığını ve artakalan kısmın, gençlik yıllarındaki renklerden, tuzlardan, varoluşun bütün perdelerindeki esneklikten ve özümseyişten ne kadar yoksun olduğunu görüyordu; öyle ki girdiği odayı doldururdu; sık sık oturma odasının eşiğinde tereddüt ederek durduğunda olağanüstü bir gerilim kaplardı içini, tıpkı altındaki deniz kararıp ışıldarken, çatlayacakmış gibi tehdit eden dalgalar yalnızca yüzeyde ikiye ayrılırken, tam dönecekleri sırada yuvarlanıp, gizlenip, inciyle kaplanan yosunların bulunduğu denize dalmadan önce bir yüzücünün hissettiği tereddüt gibi…
Not defterini holdeki masanın üzerine koydu. Bir eli tırabzanda, ağır ağır yukarı çıkmaya başladı, sanki bir partiden çıkmış gibi, bir şu arkadaşında bir öbüründe bulmuştu yüzünü, sesini; kapıyı çekip çıkmış ve tek başına durmuş gibi, ürkütücü gecenin içinde, daha doğrusu, bu duygusuz haziran sabahının dik bakışlarına karşı duruyordu; gül yapraklarının ışıltısıyla yumuşardı kimileri için bu sabah, bunu biliyordu, açık merdiven penceresinin içeri davet ettiği panjurun çarpma seslerini, köpek havlamalarını duyduğunda hissediyordu; girsinler, diye düşündü, ansızın buruş buruş, yaşlanmış, memesiz buldu kendini; günün öğütülüp harmanlanışı ve çiçeğe duruşu, dışarıda, kapının ötesinde, pencerenin dışında, bedeninin ve şimdi pek çalışmayan beyninin dışındaydı, çünkü son derece eğlenceli öğle yemeği davetleri verdiği söylenen Leydi Bruton onu çağırmamıştı.
Odasına çekilen bir rahibe veya bir kuleyi keşfe çıkan bir çocuk gibi yukarı çıktı, pencerenin önünde duraksadı, banyoya geldi. Yeşil muşamba ve su damlatan bir musluk. Hayatın kalbinde bir boşluk vardı, tavan arasında bir oda. Kadınlar süslü giysilerini çıkarmalıdırlar. Öğlenleyin soyunmalıdırlar. İğne yastığını deldi ve sarı tüylü şapkasını yatağın üzerine bıraktı. Çarşaflar temizdi, geniş beyaz bir şerit hâlinde sımsıkı gerilmişti iki yandan. Gitgide daha da daralacaktı yatağı. Mumun yarısı yanmıştı, “Baron Marbot’un Anıları”na dalıp gitmişti. Gecenin geç saatlerinde Moskova bozgununu okumuştu. Zira oturumlar öyle uzuyordu ki Richard, Clarissa’nın geçirdiği hastalığın ardından, rahatsız edilmeden uyumasını istiyordu. Aslında Moskova bozgununu okumayı yeğliyordu. Richard da biliyordu bunu. O yüzden odası tavan arasındaydı; yatağı dardı; orada uzanmış okurken, zira uykusu hafifti, doğum yapmasına rağmen, çocukluğundan beri bir çarşaf gibi üzerine yapışan bekâretini üstünden atamıyordu. Genç kızlığında hoştu, ansızın öyle bir an gelirdi ki -mesela Clieveden’daki ormanda bulunan ırmaktaki gibi- içinde nüks eden bu soğuk ruh yüzünden yarı yolda bırakırdı kocasını. İstanbul’da ve sonra kaç kere daha… Neyi eksikti, görebiliyordu. Güzellik değildi; akıl değildi. Temelde, içe sinen bir şeydi; yüzeyi yırtıp üste çıkan, kadınla erkeğin veya iki kadının arasındaki soğuk teması dalgalandıran ılık bir şey. Zira bunu belirsiz bir şekilde algılayabiliyordu. Tiksiniyordu bundan, kim bilir nereden aklına yerleşivermişti bu his, belki de Doğa’nın bir hediyesiydi (Doğa değişmez bilgedir.); yine de bazen bir kadının çekiciliğine kapıldığı oluyordu, bir genç kıza değil tabii, yaptığı bir deliliği veya bir sıkıntısını anlatan, içini döken -ki ona sıkça içlerini dökerlerdi- bir kadına kapıldığı oluyordu. Acıma mıydı, onların güzelliği miydi, kendisinin yaşça büyük olması mıydı veya bir rastlantı mıydı -hafif bir koku veyahut yakından gelen bir keman sesi (belli anlarda seslerin gücü çok tuhaf oluyordu), erkeklerin hissettiklerinin aynısını kuşkusuz hissediyordu. Sadece bir an için ama yetiyordu. Ani bir aydınlanmaydı, önce kontrol altına alınmaya çalışıp, sonra yanaklarına yayıldığını hissedince teslim olunan bir kızarıklık gibi, hani insan o yayılmayı hissettiğinde en uzak köşeye kaçıp, orada titreyerek dünyanın üstüne doğru geldiğini hisseder, hayret verici bir anlamlılıkla kabarır ya, incecik deriyi yırtan, fışkırtan, çatlakların ve yaraların üstüne dökülen olağanüstü bir avutma gücüyle. O zaman, o an için bir aydınlanma görmüştü; çiğdemin içinde yanan bir kibrit; neredeyse ifade edilmiş bir iç anlam. Ama yakın olan uzaklaşmış, sert olan yumuşamıştı. Bitmişti, o an. Böyle anlarla (kadınlarla olanlar da) yatak, Baron Marbot (Şapkasını yere koydu.) ve yarısına kadar yanmış mum çelişiyordu. Uyanık hâlde yatarken döşeme gıcırdadı; aydınlık ev aniden karanlıklaştı ve eğer başını doğrultsaydı, Richard’ın mümkün olabildiğince nazik bir şekilde kapının tokmağını çevirişinin sesini duyacaktı; çoraplarıyla yukarı çıkarken, sık sık elinden düşürdüğü sıcak su torbasını bir kere daha düşürür ve basardı küfürü! Nasıl da gülerdi Clarissa!
Ama bu aşk meselesi (diye düşündü, paltosunu kaldırırken), şu kadınlara âşık olma meselesi. Sally Seton’ı ele alalım; eskiden Sally Seton’la olan ilişkisini. Nihayetinde o da aşk değil miydi?
Yerde otururdu -bu onun Sally hakkındaki ilk intibasıydı- kollarını dizlerine dolayarak yerde oturur ve sigara içerdi. Neredeydi acaba? Manning’lerde mi? Kinloch-Jones’larda mı? Bir partideydi herhâlde (neredeydi, pek emin olamıyordu), zira birlikte geldiği adama “Bu da kim?” dediğini kesinlikle hatırlıyordu. Ve o da Sally’nin annesiyle babasının geçinemediklerini (ne kadar şaşırmıştı Clarissa, annesiyle babasının tartıştıklarına) söylemişti. Ama bütün bir gece gözlerini Sally’nin üzerinden alamamıştı. Hayran kaldığı türden, olağanüstü bir güzelliği vardı Sally’nin, esmer, iri gözlü, kendisinde olmadığı için hep gıpta ettiği bir niteliğe sahipti -bir çeşit kendini bırakmışlık, sanki her şeyi söyleyebilirmiş veya yapabilirmiş gibi; İngiliz kadınlarından ziyade yabancı kadınların sahip olduğu bir nitelikti bu. Sally damarlarında Fransız kanı aktığını söylerdi hep, atalarından biri Marie Antoinette’in sarayındanmış, başı uçurulmuş, yakut bir yüzük kalmış ondan. Bourton’da kalmaya geldiği zaman, o yazdı, belki de cebinde bir metelik bile yokken habersiz bir şekilde, bir akşam yemeği sonrası geldiğinde, zavallı Helena hala öyle şaşırtmıştı ki onu asla affetmemişti. Evde korkunç bir tartışma çıkmış. Gerçekten o akşam geldiğinde beş parasızdı Sally -gelebilmek için bir yaka iğnesini rehin vermişti. Çılgınlar gibi koşmuştu oraya. Gecenin geç saatlerine kadar oturup konuşmuşlardı. Bourton’daki yaşantının ne kadar korunaklı ve kısıtlı olduğunu ilk defa Sally hissettirmişti. Cinsellik hakkında hiçbir şey bilmiyordu Clarissa, toplumsal sorunlar hakkında da. Bir seferinde tarlada düşüp ölen yaşlı birini görmüştü -sonra doğuran inekleri görmüştü. Ama Helena hala hiçbir konunun münakaşasını yapmayı sevmezdi (Sally, Helena halaya ne zaman bir William Morris18 verecek olsa, mutlaka ambalajlayıp vermeliydi.). Orada, çatı katındaki yatak odasında, sabaha kadar hayattan, dünyayı nasıl değiştireceklerinden konuşurlardı. Özel mülkiyeti ortadan kaldıracak bir dernek kuracaklardı, mektup da yazmışlardı ama göndermemişlerdi. Bu fikirler Sally’den çıkıyordu elbet ama çok geçmeden Clarissa da fazlasıyla heveslenmişti -kahvaltıdan önce yatakta Eflatun okuyordu; Morris okuyordu; durmadan Shelley okuyordu.
Sally’nin gücü şaşırtıcıydı, yeteneği, kişiliği… Çiçeklerle ilgileniş biçimi mesela. Bourton’da masa boyunca hep küçük, resmî vazolar dizilirdi. Sally gülhatmilerin, yıldız çiçeklerinin -bir
18
William Morris, 1834-1896 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, desinatör, roman yazarı, ressam. Morris aynı zamanda mobilya, kumaş, vitray, duvar kâğıdı tasarımlarıyla Sanatlar ve Zanaatkârlar akımına (Arts and Crafts hareketi) öncü olmuş bir endüstri tasarımcısı, el sanatçısı, desinatördür.