Ölüm. Эмиль Золя
gören, idarenin işleyişinden birkaç dakika çalmak ile suçlayan bu boş zihinlere yalnızca gülüyordu. Hiçbir zaman kapı dinleme hatasına düşmedi ancak cesurca kapıları yarıp geçmenin bir yolu vardı: Elinde tuttuğu birkaç dosya kâğıdı ile hiçbir konuşmanın tek kelimesini kaçırmayacağı kadar yavaş ve ölçülü adımlarla dalgın bir görüntü çizerek eş zamanlı hareket etmek. Ofislerin gölgeleri arasında, kendisini tamamen işine kaptırmış hâlde süzülen bir adamın yanından geçen insanlar susma zahmetine girmiyorlardı. Sonsuz cömertliği bir başka yöntemiydi. İşlerini yetiştiremeyen dostlarına her zaman sevecenlikle yardımcı olmayı teklif eder, karşılığında eline geçen hesap defterlerini ve tüm evrakları pürdikkat okumuş olurdu. En sevdiği günahlarından biri ise ofisteki beylerle arkadaşlık kurmaktı. Öyle ki onlarla el sıkışmaya kadar cüret ederdi. Saatlerce iki kapı arasında onları kısa hikâyeler ile güldürerek güvenlerini kazanırdı. Bu yiğit insanlar ondan hayranlıkla: ‘‘İşte, kendisini fazla ciddiye almayan bir adam!’’ diye bahsediyorlardı. Bir skandal çıkar çıkmaz haberi ilk ona geliyordu. Böylece iki yılın sonunda, belediye binasında Aristide için sır diye bir şey yoktu. Binada elektrikçisinden, en kıdemli çalışanına kadar herkesi tanıyor; çamaşırhane faturalarına kadar her bir resmî belgeyi biliyordu. İşin sırrı, tereddüt etmemekteydi.
Böylesi bir anda Paris, Aristide Saccard gibi bir adam için eşsiz bir manzaraydı. Prens-Başkan’ın bazı Bonapartist kesimin coşkusunu uyandırmayı başardığı ünlü gezisinin ardından imparatorluk ilan edilmişti. Mecliste ve gazetelerde sessizlik hâkimdi. Bir kez daha kurtarılan halk; onları koruyan, kendi dertlerini onlar yerine düşünecek ve çözecek güçlü hükûmetin güveni ile birbirlerini tebrik ettiler, geç saatlere kadar huzurla uyudular. Halkın en büyük endişesi nerede eğlenerek zaman öldürecekleriydi. Eugène Rougon’un memnun açıklamalarına göre Paris, akşam yemeği için masaya oturmuş; tatlıdan sonra ne ile zevk alacağını düşünüyordu. Politika, bir uyuşturucu gibi dehşet saçıyordu. Erkeklerin savunmasız zihinleri savurganlık ve spekülasyonlar arasında zayıf düştü. Parası olanlar, paralarını sakladıkları yerden hemen çıkaracak kadar şanslı iken; parası olmayanlar kıyıda köşede kalmış her peniliğin peşine düştüler.
İzdiham zamanlarında kadınların keskin kahkahaları ve belli belirsiz sofra takımları tıkırtısı, öpüşmelerin çınlamalarının arasından donuk bir titreme ile peniliklerin gürültüsü yükselirken; düzenin sağır edici sessizliğinde, yeni saltanatın ezici barışında sevimli söylentiler ile yaldızlı ve şehvetli vaatler yükseliyordu. Dikkatle çekilmiş perdelerinden, kadınların gölgelerinden ve şöminelerinin mermerinde seken altınların çınlamalarından başka bir şeyin görülmediği küçük evlerden birinin önünden geçiyor gibiydi. İmparatorluk; Paris’i, Avrupa’nın kötü mahallelerinden birine çevirmek üzereydi. Tahta oturmayı başaran üçkâğıtçılar çetesi; macera saltanatı, karanlık köşelerde yapılacak ticari antlaşmalar, vicdan sömürüleri, kadın pazarlıkları ve evrensel sarhoşluklar ile dolu bir saltanat sürmenin peşindeydi. Aralık ayının kanının daha yıkanmadığı şehirde, ülkeyi yozlaşmış ve onursuz bir ulus düzeyine sürükleyecek olan bu zevk çılgınlığı henüz bir köşede ürkekçe büyüyordu.
Aristide Saccard, yakında tüm Paris’i yutacak olan bu vurgunculuk dalgasını ilk günlerden beri sezinliyor; ağır ağır ilerleyişini de dikkatle izliyordu. Kendisini, şehrin çatılarından yağan bozukluk yağmurunun ortasında buldu. Belediye binasının uzun koridorları boyunca yaptığı sayısız gezintilerinde Paris’in dönüştürülmesine ilişkin köklü projeyi, yıkım planını, yeni bulvarları ve mahalleleri, arazi ve mülk satışlarındaki devasa vurgunların haberlerini almıştı; şehir, dört bir yandan çıkar savaşları ve sonu gelmeyecek bir lüks arayışı ile karşı karşıyaydı. O andan itibaren, varlığının tek bir amacı vardı; tüm bunlar olup biterken uslu bir çocuk olmak. Biraz göbek bile yaptı, sokaklarda fare kovalayan bir kedi gibi koşturup durmayı bıraktı. Ofisinde, her zamankinden daha konuşkan ve uysaldı. Belediye binasına yaptığı resmî ziyaretler sırasında Eugène, uyarılarına bu kadar bağlı kalan küçük kardeşini tebrik etti. 1850’lerin başında Aristide, aklında birkaç proje olduğunu ancak gerçekleştirmek için büyük miktarda avans gerektiğini söylediği ağabeyinden ‘‘Arayın!’’ cevabını alınca en ufak bir çıkışma göstermeden önemli bir konuda desteğini esirgediğini fark etmemiş gibi: ‘‘Haklısın, bulacağım.’’ demekle yetindi.
Şimdilerde, sermaye bulma işinden başka bir şey düşünemiyordu. Planları hazırdı ve her geçen gün olgunlaşıyordu. İlk birkaç frangı bulmakta çok zorlandığından giderek gerginleşti; sokaktan geçen her insana potansiyel yatırımcı gözüyle gergin ve derin bakışlar atıyordu. Angèle, evde silik bir mutluluk ile hayatını sürdürmeye devam ediyordu. Aristide bir fırsat kolluyor, o karşısına çıkmakta geciktikçe yüzündeki gülümseme acılaşıyordu. Aristide’in Paris’te bir de kız kardeşi vardı. Sidonie Rougon, Plassans’ta bir avukat kâtibi ile evlenmiş ve orada, Rue de Saint-Honoré’de birlikte meyve ticareti işi kurmuşlardı. Ağabeyi onunla karşılaştığında kocası ortadan kaybolmuş ve işler çoktan durmuştu. Rue du Fauborg-Poissonière’de üç odalı, küçük bir asma kat dairede yaşıyordu. Dairesinin hemen altındaki ufak ve gizemli dükkânı da kiralamış, orada dantel işlediğini iddia ediyordu. Vitrinde yaldızlı raflarda güpür ve Valencielles kumaşları asılı dursa da içeride satış yapılacak bir ürün ya da stok göze çarpmayan, parlak ahşap işlemeleri ile sofayı andıran bir yerdi. Kapı ve pencere, dükkânı sokağın bakışlarından koruyan ve bir tapınağa açılıyor gibi görünen bekleme odası, dikkat çekmeyen peçeli ince perdeler ile süslenmişti. Bir müşterinin Madam Sidonie’nin dükkânına girdiği görülmüş şey değildi. Yalnızca varlıklı kadınlar ile randevu usulü çalıştığını, duvara gizlenmiş bir merdiven ile birbirine bağlanan asma katı ve butiği kiralamasının tek nedeninin yerin rahatlığı olduğunu söylese de günün çoğunluğunda dışarıda olurdu. Gün içinde en az on kez telaşla bir yerlere gider gelirdi. Dantel işi ile de yetinmemiş, asma katına kimsenin nereden geldiğini bilmediği bol çeşitli eşyalar istiflemişti. Kauçuk nesneler, kabanlar, ayakkabılar, giysi askıları, ortopedik cihazlar, saçları güçlendirmek için doğal yağlar ve kullanımı ona büyük zorluk yaşatan patenti yeni alınmış bir kahve cezvesi ile doluydu. Ağabeyi onu ziyarete gittiğinde Sidonie, dairesine bir piyano yerleştirmeye uğraşıyor; içeride başka piyanoların da olduğu cilveli döşenmiş yatak odası ve geri kalan iki satış odasının karmaşası ile çatışıyordu.
Asma kata alışveriş yapmak için gelen müşteriler, evin Papillon Sokağı’na bakan ana kapısından girip çıkıyor; dantel dükkânının iki yönlü satış trafiğini anlayabilmek için küçük merdivenin gizemini bilmeleri gerekiyordu. Bu sayede kusursuz bir biçimde iki işinin altından kalkıyordu. Asma kata çıkan arkadaki dükkâna kocasının soyadı olan “Madam Touche”, ön cepheye bakan dükkânına ise ilk adı olan “Madam Sidonie” ismini vermişti. Madam Sidonie otuz beş yaşındaydı ancak özensiz görüntüsü ve kadınsılıktan eser olmayan tavırları ile çok daha yaşlı sanılıyordu. İşin aslı; tüm kıvrımlarını örten, kenarları yıpranmış ve rengi atmış; avukatların mahkeme salonunda giydikleri cüppeyi anımsatan siyah sonsuz elbisesini üzerinden çıkarmayan, aslında o kadar yaşlanmamış bir kadındı. Alnına kadar uzanan ve saçlarını örten siyah bir şapka, ayağına geçirdiği hantal ayakkabılar, kolunda taşıdığı sap kısmı iplikler ile yamalanmış küçük bir sepet ile sokaklarda koşturuyordu. Yanından bir an olsun ayırmadığı bu sepet, onun kıymetlisiydi. İçinde; bir komisyoncu ya da icra memurunun taşıyacağı her türden eşantiyon, ajandalar, dosyalar, okuması marifet isteyen kargacık burgacık el yazısı ile yazdığı bir avuç dolusu damgalı kâğıt vardı. Mahkeme celpleri, buyruklar ve