Ölüm. Эмиль Золя
üç bin franga ihtiyacı olan bir aile ve kendini garantiye alacak, yüksek faizlerle de olsa üç bin frank borç verecek yaşlı bir adam var ise mutlaka haberi oluyordu. Kocasının onu anlamadığı, tek derdi anlayış olan kederli bir sarışın kızcağız; genç kızını sefaletten kurtarmak isteyen iyi kalpli annenin gizli arzusu; kendisini şık akşam yemeklerine adamış bir baronun oldukça genç yaşta kızlara düşkünlüğü gibi hassas sırlar da biliyordu. Yüzünde solgun gülümsemesi ile tüm bu teklif ve taleplerin seyyar satıcısıydı. Bu insanları ağız ağıza getirmek için iki fersah boyu yol tepiyordu. Baronu iyi kalpli anne ile buluşturmuş, yaşlı adamı güç durumdaki aileye üç bin frank borç vermeye ikna etmiş, kederli sarışın kadını teselli etmiş ve evlendirilecek genç kıza ahlaksız bir koca bulmuştu. İflas etmiş soylu bir aile olan Stuartlar’ın ondan takip etmesini istedikleri, İngiltere’den Fransa’ya yaptıkları faizler ile üç milyar franga ulaşmış uzun soluklu bir anlaşmalı borç davası gibi çevresinde toplaşıp kulak kabartan insanlara göğsünü gere gere anlattığı büyük işleri de vardı. Üç milyarlık bu borç onun takıntısı gibiydi; bir tarih dersi verircesine olayı en ince ayrıntılarına kadar anlatırken yanaklarında hafif bal mumu sarısı ile karışmış bir kızıllık coşuyordu. Bazen bir mübaşiri ya da bir dostunu ziyareti sırasında muhabbetin arasına sıkıştırdığı bir cezve, kauçuk manto, bir dantel kuponu satıverdiği ya da piyano kiraladığı; bazen de bir parça Chantilly kumaşı görmek için randevu alan müşterisine doğru dükkânına koşuverdiği zamanlarda olduğu gibi hâlen yaptığı ayak işleri de vardı.
Peçesinin ardında bir gölge gibi saklanan müşteri içeri girmişti. Aynı anda Papillon Sokağı’na bakan ana kapıdan bir beyefendinin Madam Touche’un piyanolarını görmek için girmesi de az rastlanılan bir durum değildi. Madam Sidonie’nin şimdiye dek bir servet kazanamamasının tek nedeni, sırf çalışmayı sevdiği için çalışıyor olmasıydı. Bürokrasi işlerine olan düşkünlüğü yüzünden dükkânını ihmal etmesi, sürekli icra memurları tarafından yiyip bitirilerek yalnızca dava meraklılarının anlayacağı türden bir keyif almasına yol açtı. İçten içe kadınlığını öldürmüş; vücudunun bir uzvu hâline gelmiş sepeti ile Paris sokaklarında cirit atarak milyonlar kazanmayı uman, on franklık bir anlaşmazlık uğruna en gözde müşterisini barışın adaletine teslim etmekten hiç çekinmeyen bir simsardı. Evlerinin önünden geçip giden; bir avukatın cübbesini andıran kısa, ince ve rengi atmış siyah elbisesine bürünmüş bu kadını görenler onu bir avukat yamağı sanırdı.
Teni, damgalı kâğıdın iniltili solgunluğuna sahipti. Gözleri, zihnini hırpalayan her türlü kaygının curcunasında yüzerken; dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Utangaç ve ihtiyatlı yaklaşımı ile dünyevi güzelden vazgeçmiş, kalbindeki ızdıraba merhamet eden bir rahibe gibi nahif ve anaçtı. Kocasından, çocukluğundan, ailesinden ya da kaygılarından hiç bahsetmedi. Madam Sidonie bir tek kendi hikâyesini satmamıştı. Vicdanı el vermediğinden de değil, yalnızca aklına gelmemişti. Bir fatura kâğıdı kadar kuru, bir ihtarname kadar soğuk, kayıtsız ve çok daha derinlerde; bir mübaşir yardımcısı kadar acımasızdı. Körpe taşralı zamanlarında Aristide, kız kardeşinin sayısız iş kolu ile ne yapmaya çalıştığına anlam veremedi. Bir yıl hukuk eğitimi aldığı için Madam Sidonie, üç milyon franklık davayı kendisine büyük bir ciddiyet ile anlatınca kız kardeşinin aklından şüphe etmişti.
Madam Sidonie, Saint-Jacques Sokağı’nı arşınlamaya gittiği günlerden birinde Angèle’i bir bakışla tartmış; o günden sonra da o bölgeye işi düşünceye ya da üç milyon frank konusunu bir kez daha masaya yatırmak arzusu duyuncaya dek dönmemişti. Angèle, İngiliz borcu hikâyesini neredeyse ezberlemişti. Simsar yine şovunu yapmıştı. Müşterilerinden daha da saf olan bu kadıncağızı da allayıp pulladığı yemi ile oltasına almış, sefil insan ticareti ve yitmiş kayıp hayatı ile çürümüş ruhunun çatlaklarını onlarla birlikte eğliyordu. Başında etrafı harikulade bir ayla ile çevrili, metali gözüken pirinç kaplamalı çubuklarından solgun menekşeler sarkan zavallı şapkası ile er ya da geç hâkimlerin üç milyon frangı şahsi servetiymiş gibi ona geri vereceğinden sarsılmaz bir ikna ile bahsederek konuşmayı bitirdi. Angèle’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kocasına gelininden saygı ile bahsettiği bazı anlardan birinde, Madam Sidonie’nin bir gün kendilerini zengin edebileceğini söylemişti. Saccard omuzlarını silkmiş; Fauborg-Poissonière Sokağı’ndaki asma katını ziyarete gittiğinde karısının aksine yaklaşan bir iflastan başka bir şey sezmemişti. Ağabeyi Eugène’e, kız kardeşi ile ilgili ne düşündüğünü sorduğunda basitçe onu fazla görmediğini ancak bazen kendisini tehlikeye soksa da çok zeki bir kadın olduğu için başının çaresine bakabileceğini söylemişti. Saccard kısa bir süre sonra Penthièvre Sokağı’na dönerken kız kardeşinin siyah elbisesini, ağabeyinin evinden ayrılıp hızla kalabalığa karıştığını gördüğünü sandı. Peşinden koştu ancak siyah elbiseyi bir daha göremedi. Madam Sidonie, kalabalığın içinde seçilemeyen türden silik insanlardandı. Anlık bir duraksamadan sonra kız kardeşini düşünmeye başladı. Bu kırışıklar ile erimiş gibi görünen solgun yüzü anımsamak, çok vaktini almadı. Kız kardeşine saygı duyuyordu. Rougon kanına yakışır bir kadındı. Bu para doyumsuzluğunu, genetik entrika ihtiyacını hemencecik tanıdı; ancak sabah akşam ekmeğini taştan çıkarmaya çırpındığı Paris’te olgunlaştığı çevre yüzünden, ailesinin mizaç rotasından sapmıştı; aşırı erkeksiliği, simsarlığı ve seyyar umut satıcılığını bedeninde ayrı ayrı yaşatıyordu.
Saccard, sermaye aradığı dönemde aklına normal olarak önce kız kardeşi gelmişti. Madam Sidonie, üç milyon franktan bahsederken iç çekerek başını sallıyordu. Saccard onun deliliklerine müsamaha göstermiyordu. Kız kardeşi, Stuartlar’ın borç konusunu her açtığında onu hiddetle sarsıyor; aklına onursuzluk ettiğini söylüyordu. Bu konuda en ufak bir şüphesi olmadığını söyleyerek kardeşinin en acımasız alaylarına dahi büyük bir sakinlik ile göğüs geriyor; Saccard, onun neye güvendiğini bilmediğini ancak beş kuruş alamayacağını çok iyi bildiğini söylüyordu. Bu konuşma, Madam Sidonie’nin birikimleri ile Borsa’nın önünde kumar oynamaya gireceği sırada gerçekleşmişti. Saat üç civarında postanenin tırabzanlarına yaslanmış, kendisi gibi kaybolmuş ve muğlak bireyleri huzuruna kabul ederdi. Saccard yanından ayrılırken Madam Sidonie: ‘‘Ah! Eğer evli olmasaydın…’’ diye mırıldandı. Gerçekte ne kastettiğine anlam veremeyen ve öğrenme arzusu da duymayan Saccard, bu cümle karşısında hüsrana uğradı.
Aradan aylar geçmiş, Kırım Savaşı yeni ilan edilmişti. Bu uzak savaştan etkilenmeyen Paris, gitgide piyasa vurgunculuğunun ve kadın ticaretinin coşkusuna kapılmıştı. Saccard, önceleri sezinlediği bu büyüyen öfkeyi yumruklarını sıkarak seyrediyordu. Dev döküm ocağından yükselen, örs üzerinde altınları döven her bir çekiç darbesinde öfke ve tahammülsüzlük ile sarsılıyordu. Zihninin ve duygularının muharebesinde, galibiyet kamçılarının altında, çatı kenarlarında dolaşan bir uyurgezer gibi düşler âleminde yaşıyordu. Öyle ki bir gün Aristide’i hasta yatarken bulduğunda da şaşırdı ve öfkelendi. Bir saat gibi düzenli işleyen iç dünyasının, kaderin kötü bir cilvesi gibi bozulması onu çileden çıkardı. Soğuk almış ve ateşlenmiş zavallı Angèle usulca inliyordu. Doktor gelmiş ve muayenenin ardından endişeli gözlerle bakınan Saccard’a, karısının zatürre olduğunu ve tedaviye geç kalındığını söylemişti. O andan itibaren genç adam artık öfke duymaksızın hasta karısı ile ilgileniyordu. İşe gitmiyor ve başından ayrılmadan ateşten kıpkırmızı olmuş, ağır ağır nefes alarak uyuklayan karısına tarifsiz bir ifade ile bakıyordu. Madam Sidonie işlerinin yoğunluğuna rağmen, her akşam elinde bir başka şifalı bitki çayı ile gelmenin yolunu buluyordu. Tuhaf mesleklerinin arasına bir de acıdan, çaresizlikten