Gizli Bahçe. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
arihinde İngiltere’nin Manchester kentinde bir kuyumcunun kızı olarak dünyaya geldi. Asıl adı Frances Eliza Hodgson’dır. Babasının ölümünden sonra ailesi ile birlikte 1865 yılında ABD’nin Knoxville (Tenessee) kentine taşındı. Burnett, para kazanmak amacıyla 1868’de yazmaya başladı. İlk öyküsü Godey’s Lady’s Book’ta yayımlandı. Kısa bir süre sonra Scribner’s Monthly, Peterson’s Magazine ve Harper’s Bazaar’da düzenli olarak yazıları yayımlandı.
İlk romanı That Lass o’ Lowrie’s güzel eleştiriler aldı ve yazmaya devam etti. 1868 – 1922 yıllarında aralarında Küçük Lord Fauntleroy (1886), Küçük Prenses (1905) ve Gizli Bahçe (1911)’nin de bulunduğu birçok roman ve oyun kaleme aldı. Çocuk romanları yanında yetişkinler için de kurgular yazmaya devam etti.
1873 yılında Dr. Swan Burnett ile evlendi, sonrasında ise Lionel ve Vivian adlı iki oğlu oldu. Büyük oğlunun ölümünden sonra kocasından ayrıldı. Ve depresyonlu günleri başladı. 1890’larda Great Maytham Hall’a taşındı. Yazmaya burada devam etti. 1900’de Townsend ile evlendi. 1901 kışında Londra’da bir ev kiraladı ve The Making of a Marchioness’i kaleme aldı. 1901’den sonra Bermuda ve Long Island’da yaşamını sürdürdü. Geleneksel Hristiyan inancından uzaklaşan Burnett, Spiritüalizm ile dinî bilimler ile ilgilendi.
Yaşamının çoğu İngiltere, Fransa ve ABD’nin çeşitli kentlerine göçlerle geçen yazar, 75. doğum gününden birkaç hafta önce, 29 Ekim 1924 tarihinde öldü.
I. BÖLÜM
GERİDE KİMSE KALMADI
Mary Lennox, eniştesi ile yaşamak üzere Misselthwaite Malikânesi’ne gönderildiğinde herkes onun dünya çirkini bir çocuk olduğunu söyledi. Bu doğruydu da. Zayıf, incecik yüzü ve küçük, sıska bir vücudu, açık renk zayıf saçları ve suratsız bir ifadesi vardı. Hem saçları sarıydı hem de benzi çünkü Hindistan’da doğmuştu ve şöyle ya da böyle mutlaka hasta olurdu. Babası İngiliz Hükûmeti’nin hizmetinde çalışıyordu, her daim meşgul ve hastaydı, annesi ise yalnızca partilere katılıp, dünya umurunda olmayan insanlarla eğlenmekle meşgul olan son derece güzel bir kadındı. En son istediği küçük bir kızı olmasıydı ve Mary doğunca onu, Sahibe’sini memnun etmek istiyorsa çocuğu onun gözünden mümkün olduğunca uzak tutması gerektiğini anlayan Ayah’a1 teslim etti. Böylece hasta, huzursuz, çirkin bebekliği boyunca Mary’yi gözlerden uzak tuttu ve hasta, huzursuz, küçük bir çocuk olunca da gözlerden uzak tutmaya devam etti. Çocuk, Ayah ve diğer yerli hizmetkârların kara suratları dışında tanıdık bir şey gördüğünü pek hatırlamıyordu ve hepsi onun söylediklerini yaptığı ve ne isterse verdikleri için -çünkü çocuğun ağlama sesiyle Sahibe küplere binebilirdi- kız altı yaşına geldiğinde yeryüzünün en zalim ve bencil küçük domuzu hâline gelmişti. Genç İngiliz mürebbiye ona okuma-yazma öğretmeye geldiğinde ondan o kadar hazzetmedi ki üç ay sonra görevi bıraktı ve onun yerine gelen diğer mürebbiyeler onun kadar bile dayanamadan kaçıp gittiler. Yani Mary kitap okumayı gerçekten öğrenmek istemeseydi alfabeyi asla öğrenemezdi.
Dokuz yaşına basmak üzere olduğu korkunç bir sabah, büyük bir öfkeyle uyandı ve başında bekleyen hizmetkârın kendi Ayah’ı olmadığını görünce iyice öfkelendi.
“Sen niye geldin ki?” dedi yabancı kadına. “Seni istemiyorum. Bana Ayah’ımı gönder.”
Kadın korkmuş görünüyordu ama yine de kekeleyerek Ayah’ın gelemeyeceğini söyleyince Mary hiddetle kadının üstüne atıldı ve ona tekmeler tokatlar savurmaya başladı. Kadın iyiden iyiye korkmuştu ve Ayah’ın Küçük Sahibe’ye gelemeyeceğini tekrarladı.
O sabah havada bir esrarengizlik vardı. Hiçbir şey her zamanki düzeniyle yapılmamıştı ve yerli hizmetkârların çoğu ortalıkta görünmüyordu, gördükleri de korkudan kül rengine dönmüş suratlarıyla ortalıkta koşuşturuyordu. Fakat kimse ona bir şey demedi ve Ayah’ı da gelmedi. Tüm sabah yapayalnız kalmıştı ve sonunda bahçeye çıkıp verandanın yakınındaki ağacın altında kendi kendine oynamaya başladı. Çiçek tarhı yapıyormuş gibi küçük toprak tepeciklerine kocaman amber çiçekleri sokuştururken bir yandan da iyiden iyiye sinirleniyor ve kendi kendine Saidie’ye döndüğünde edeceği hakaretleri mırıldanıyordu.
“Domuz! Domuz! Domuzun evladı!” diyordu çünkü bir yerliye domuz demek hakaretlerin en büyüğüydü.
Dişlerini gıcırdatarak tekrar tekrar söylenirken annesinin, biriyle beraber verandaya çıktığını duydu. Annesinin yanında sarışın genç bir adam vardı, tuhaf ve alçak bir sesle konuşuyorlardı. Mary küçük bir oğlan çocuğuna benzeyen bu sarışın genç adamı tanıyordu. İngiltere’den yeni gelen genç bir subay olduğunu duymuştu. Çocuk gözlerini dikip adama baktı ama annesine daha uzun baktı. Ne zaman onu görme fırsatı olsa öyle uzun uzun bakardı ona çünkü Sahibe -Mary ona en çok böyle hitap ediyordu- uzun boylu, incecik, çok hoş bir kadındı ve çok şık giyiniyordu. İpek gibi saçları kıvır kıvırdı, her şeye tepeden bakan burnu küçücük ve narindi, kocaman gözlerinin içi gülüyordu. Elbiseleri incecik ve uçuş uçuştu. Mary elbiselerinin “dantellerle bezeli” olduğunu söylerdi. Bu sabah daha da dantelli görünüyorlardı ama gözlerinin içi hiç de gülmüyordu. Gözleri korku ile kocaman olmuş, sarışın genç subayın yüzüne yalvarırcasına bakıyordu.
“Durum o kadar vahim mi? Ah, gerçekten mi?” dediğini duydu Mary.
“Berbat.” dedi genç adam titrek bir sesle. “Berbat, Bayan Lennox. İki hafta önce tepelere çıkmış olmalıydınız.”
Sahibe ellerini çaresizce ovuşturdu.
“Ah, biliyordum!” diye haykırdı. “O aptal akşam yemeği partisine katılmak için kalmıştım. Ne kadar da aptalım!”
Tam o anda hizmetkârların kaldığı bölümden öyle bir feryat koptu ki kadın genç adamın koluna yapıştı ve Mary tepeden tırnağa titremeye başladı. Ağlama sesleri, çığlıklar gitgide artıyordu.
“Neler oluyor? Nedir bu ses?” dedi Bayan Lennox soluk soluğa.
“Biri ölmüş.” dedi genç subay. “Hizmetkârlarınız arasında da başladığını söylememiştiniz.”
“Bilmiyordum ki!” dedi Sahibe ağlamaklı. “Benimle gelin! Benimle gelin!” dedi ve dönüp eve doğru koştu.
Bu korkunç şeyler olduktan sonra, o sabahki esrarengiz durum Mary’ye açıklandı. Ölümcül bir kolera salgını patlak vermiş ve herkes patır patır ölmeye başlamıştı. Ayah gece vakti fenalaşmıştı ve az önce öldüğü için hizmetkârlar kulübelerinde ağlamaya başlamışlardı. Daha ertesi gün olmadan üç hizmetkâr daha hayatını kaybetti ve diğerleri dehşet içinde kaçıp gitti. Her yere panik hâkimdi ve tüm kulübelerden ölüm haberleri geliyordu.
İkinci günün karmaşası ve telaşı içinde Mary kendini çocuk odasına kapadı ve herkes onun varlığını unuttu. Kimse onu düşünmüyor, kimse onu istemiyordu ve hakkında hiçbir şey bilmediği tuhaf şeyler yaşanıyordu. Mary saatler boyunca bir ağladı bir uyudu. Yalnızca insanların hasta olduklarını biliyordu, esrarengiz ve korkunç sesler duyuyordu. Bir defasında yemek odasına süzüldü ve orayı bomboş buldu ama masada yarım bırakılmış yemekler vardı, sanki sofradakiler bir sebeple sandalyeleri ve tabakları telaşla itip kalkmışlardı. Çocuk biraz meyve ve bisküvi yedi. Susadığı için tamamı dolu sayılabilecek bir kadeh şarabı içti. Şarap tatlı geldiği için onun ne kadar sert olabileceğini bilemiyordu. Çok geçmeden şaraptan dolayı uyku bastı ve odasına gidip kendini yine odaya kapadı. Kulübelerden gelen yakarışlar ve telaşlı ayak seslerinden korkuyordu. Şarap o kadar uykusunu getirdi ki gözlerini açık tutmakta zorluk çekiyordu, böylece yatağına uzandı ve uzun süre olanlardan bihaber uyudu.
O ağır uykusunu uyurken neler neler oluyordu ama Mary ne yakarışları ne de kulübelerden bir içeri bir dışarı taşınan eşyalardan çıkan sesleri duydu.
Uyanınca yatağında uzanıp duvarı seyretti. Evden çıt çıkmıyordu. Evin daha önce hiç bu kadar sessiz olduğunu hatırlamıyordu. Ne bir insan sesi ne de ayak sesleri vardı, acaba herkes koleradan kurtulmuş ve tüm tehlike ortadan mı kalkmıştı? Ayah öldüğüne göre artık ona kim bakacaktı? Yeni bir Ayah’ı olabilirdi, belki ondan yeni hikâyeler de dinlerdi. Eskilerinden sıkılmıştı. Dadısı öldüğü için ağlamıyordu. Sevgi dolu bir çocuk değildi ve kimse kolay kolay onun umurunda olmazdı. Sesler,
1
Hindistan’da Avrupalılar tarafından istihdam edilen bakıcı veya dadı. (ç.n.)