Riga'nın Köpekleri. Хеннинг Манкелль
da bu botların üstüne sahte etiketler koyuyormuş. Asya’da imal edilen saatlere Avrupa markalarının konulması gibi!”
“Başka neler söyledi?”
“Birçok şey. Artık kurtarma botlarına ilişkin her şeyi ezbere biliyorum. Tarih öncesi dönemlerde bile birçok farklı kurtarma botu varmış. Eski dönemlerde kullanılanlar kamıştan yapılırmış. Bu tür botları asla İskandinav şileplerinde bulamazsınız. Çünkü deniz yolları bunların kullanımını yasaklamış.”
“Neden?”
Martinson omuz silkti.
“Kaliteleri iyi değilmiş. Kolayca batabiliyorlarmış. Botun yapımında kullanılan plastik standartların çok altındaymış.”
Wallander bir an düşündü.
“Kaptan Österdahl’ın incelemesi eğer gerçekten doğruysa bu bot doğrudan Yugoslavya’dan geldi demektir. Ne İtalya’ya ne de başka bir yere gitti, üstünde de imalatçı firmanın adı yazılı değil. O zaman demek ki burada Yugoslav bandıralı bir şilep olması lazım.”
“Bu şart değil,” dedi Martinson. “Bu kurtarma botlarının bir kısmı Rusya’ya gidiyormuş. Bana kalırsa burada Moskova ile ona bağlı devletler arasında zorunlu mal takası söz konusu olabilir. Kaptan, Häradskär açıklarında yakalanan Rus balıkçı teknesinde buna benzer bir kurtarma botu gördüğünü söyledi.”
“Ama Doğu Avrupa bandıralı bir şilep üzerinde yoğunlaşabileceğimiz kesin, değil mi?”
“Evet, Kaptan Österdahl’ın görüşü bu doğrultuda.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Hiç olmazsa bunu biliyoruz.”
“Ama bundan başka bir şey de bilmiyoruz,” dedi Svedberg.
“Telefon ederek bizi uyaran adam eğer bizimle bir daha bağlantı kurmazsa hiçbir şey öğrenemeyeceğiz,” dedi Wallander. “Bu adamların Baltık Denizi’nin diğer tarafından geldiklerinin dışında bir şey bilmiyoruz.”
Konuşması kapının vurulmasıyla kesildi. Bir polis memuru otopsi sonuçlarına ilişkin son ayrıntıları içeren zarfı getirmişti. Wallander arkadaşlarına, raporu incelerken yanında kalmalarını söyledi. Rapora bakar bakmaz, “İşte burada ilginç bir şey var,” dedi. “Mörth cesetlerin kanlarında ilginç bir şeyler bulmuş.”
“AIDS mi?” diye sordu Svedberg.
“Hayır, uyuşturucu. Yüksek dozlarda amfetamin.”
“Uyuşturucu kullanan Ruslar,” dedi Martinson. “Ruslar uyuşturucu kullananlara işkence yapıp öldürüyorlar. Sonra da onlara takım elbise giydirip kravat takıyorlar. Yugoslav yapımı kurtarma botuna koyup denize atıyorlar.”
“Rus olduklarını bilmiyoruz ki,” dedi Wallander. “Aslında hiçbir şey bilmiyoruz.”
Björk’ün numarasını çevirdi.
“Ben Björk.”
“Wallander. Martinson ve Svedberg yanımda. Dışişleri’nden yeni bir talimat gelip gelmediğini merak etmiştik.”
“Hayır, henüz gelmedi. Ama yakında beni arayacaklarından eminim.”
“Biraz sonra Malmö’ye gitmem gerekiyor.”
“Tamam. Beni aradıklarında seni arar haber veririm. Ha, bu arada, gazeteciler canını sıkmaya başladı mı?”
“Hayır, neden?”
“Bu sabah Expressens gazetesi beni saat beşte uyandırdı. O zamandan beri de telefon susmak bilmiyor. Kaygılandığımı itiraf etmeliyim.”
“Ortada kaygılanacak bir şey yok. Ne olursa olsun, onlar istediklerini yazacaklardır.”
“İşte beni kaygılandıran da bu zaten! Bu tür söylentiler basında yayınlanmaya başlarsa soruşturma çıkmaza girebilir.”
“Şansımız yaver giderse belki yararlı bilgi verebilecek birileri ya da görgü tanıkları bizlerle bağlantı kurabilir.”
“Sanmıyorum. Ayrıca sabahın beşinde uyandırılmaktan da hiç hoşlanmıyorum. O saatte uyandırılan birinin uyku sersemliği içinde ağzından istemediği birçok şey çıkabilir.”
Wallander telefonu kapattı.
“Paniğe kapılmayalım,” dedi. “Şimdilik kendi işimize odaklanalım. Malmö’de yapmam gereken bir şey var. Yemekten sonra burada yeniden görüşürüz.”
Svedberg ve Martinson odadan çıktı. Wallander onlara Malmö’ye iş nedeniyle gideceğine ilişkin bir izlenim bıraktığı için kendini biraz tedirgin hissetti. Polislerin herkes gibi ellerine bir fırsat geçirdiklerinde mesai saatleri içinde kendi özel işlerini yaptıklarını biliyordu ama kendini yine de tedirgin hissediyordu. Çok geri kafalıyım, diye geçirdi içinden. Üstelik henüz kırklı yaşlarımdayım.
Danışmadaki görevliye dışarı çıkacağını, ancak yemekten sonra emniyete döneceğini söyledi. Sonra da arabasına atlayarak Sandskogen’e, oradan da Kåseberga’ya gitti. Yağmur durmuştu ama hava çok soğuktu ve sert bir rüzgâr esiyordu.
Yakıt almak için Kåseberga’da durdu. Daha erken olduğundan rıhtıma giderek arabasını park edip dışarı çıktı. Rıhtımda hiç kimse yoktu. Gazete bayisiyle diğer dükkânlar kapalıydı.
Garip bir dünyada yaşıyoruz, diye geçirdi içinden. Bu ülkenin büyük bir bölümü sadece yazları yaşıyor. Kentin büyük bölümünde “kapalı” yazısıyla karşılaşıyoruz.
Soğuğa rağmen taş rıhtımda ilerledi. Görünürde tek bir gemi bile yoktu. Kurtarma botundaki cesetleri düşündü. Kimlerdi? Acaba neden işkence yapılıp öldürülmüşlerdi? Ceketlerini onlara kim giydirmişti?
Saatine baktı, sonra da arabasına binerek babasının yaşadığı Löderup’un güney kesimine doğru yola çıktı. Babasını her zamanki gibi stüdyosunda resim yaparken buldu. İçeri girer girmez de burnuna keskin terebentin ve yağlı boya kokusu çarptı. Çocukluğuna geri dönmüş gibiydi. Wallander’in çocukluğuna ilişkin hiç unutmadığı anılarından biri resim sehpasının önünde duran babasıyla stüdyoyu saran bu kokuydu. Yıllardan beri hiçbir şey değişmemişti. Babası her zaman gün batımının resmini yapardı, bu asla değişmezdi. Ara sıra bu resme bir de horoz eklerdi.
Wallander’in babası ressamdı. Yeteneğini o kadar kusursuz bir düzeye getirmişti ki resimlerinin konusunu değiştirmeye gerek duymuyordu. Wallander daha ileriki yaşlarında bunun babasının tembelliğiyle ya da yeteneksizliğiyle bir ilgisi olmadığını ama bu tekdüzeliğin, babasına yaşamını sürdürmek için gerek duyduğu güven duygusundan kaynaklandığını fark etmişti.
Yaşlı adam fırçasını bir kenara koyarak ellerini kirli bir bez parçasına sildi. Üstünde her zamanki gibi bir tulum ve çizme vardı.
“Hazırım,” dedi.
“Üstünü değiştirmeyecek misin?” diye sordu Wallander.
Babası ona hayretle baktı.
“Neden değiştireyim ki? Bugünlerde insanlar alışverişe giderken takım elbise mi giyiyorlar?”
Wallander babasıyla tartışmanın bir anlamı olmadığını fark etti. Babasının inatçılığıyla baş edemeyeceğinin farkındaydı. Ayrıca yaşlı adam öfkelenebilir ve Malmö yolculuğunu işkenceye dönüştürebilirdi.
“Nasıl istersen öyle olsun,” dedi.
“Evet,” diye karşılık verdi. “Öyle yapacağım.”
Malmö’ye doğru yola koyuldular. Babası manzarayı izliyordu. “Çok çirkin,”