Ben-Hur. Lew Wallace
Eriha’dan gelirler. Yahudi’den çok Yunanlı olan Herod, oyunlara ve kanlı gösterilere duyduğu Romalı aşkıyla orada tiyatrolar inşa ettirmiştir, şimdi de gelenek olduğu üzere Galyalı vilayetlerden ya da Tuna Nehri üzerindeki Slav kavimlerden getirdiği savaşçı erkekler için okul yaptırmıştır.
“Baküs aşkına!” diyor, içlerinden biri, yumruk yapılmış elini omzunda gezdirerek. “Kafatasları yumurta kabuğundan bile kalın değil.”
Hareketlere eşlik eden gaddar bakış bizi öyle tiksindiriyor ki bakışlarımızı daha hoş bir şeylere çevirmekten mutluluk duyuyoruz.
Karşı tarafımızda bir meyve tezgâhı var. Sahibi kel kafalı, uzun yüzlü biri, burnu da bir şahin gagası gibi. Tozun içine yayılmış bir halının üzerinde, sırtını arkasındaki duvara dayamış oturuyor; başının üzerinde dar bir perde asılı; etrafında bir elin uzanabileceği mesafede, küçük taburelerin üzerine dizilmiş badem, üzüm, incir ve nar dolu hasırdan kutular duruyor. Gözlerimizi gladyatörlere dikmemizden farklı bir nedenle bakışlarımızı alamadığımız biri yaklaşıyor yanına: Gerçekten çok yakışıklı bir Yunanlı. Dalgalı saçlarının döküldüğü şakaklarının etrafını mersin ağacından bir taç ve ona tutturulmuş solgun çiçekler çevreliyor. Kırmızı gömleği yumuşacık yünlü bir kumaştan, önden ışıl ışıl altından şahane bir armayla sımsıkı tutturulan devetüyü rengi bir kuşağın altında, aynı metalle süslenmiş kat kat etekleri dizlerine kadar iniyor; yine yünlü, beyaz-sarı karışımı bir atkı boynunu dolanıp sırtına dökülüyor; açıktaki kolları ve bacakları fildişi kadar beyaz; banyo, yağlar ve fırçalarla mükemmel bir muamele görmediği sürece olamayacak kadar parlak.
Yerinde oturmaya devam eden satıcı ileri doğru eğiliyor, ellerini uzatıp avuç içleri aşağıya bakacak şekilde Yunanlının önünde birleştiriyor.
“Bu sabah neler getirdin, Paphos’un oğlu?” diyor, genç Yunanlı, Kıbrıslıya değil de kutularına bakarak. “Karnım aç. Kahvaltı için neyin var?”
“Pedius’tan gelen gerçek meyveler, tıpkı Antakyalı şarkıcıların seslerini iyileştirmek için sabahları yediklerinden.” diye cevap veriyor satıcı, genizden gelen sesiyle.
“Ama bu incirler Antakyalı şarkıcılar için olan en iyilerinden değil!” diyor Yunanlı. “Sen Afrodit’e tapanlardansın, ben de öyle, tıpkı başımdaki mersin ağacından tacın kanıtladığı gibi. O şarkıcıların sesleri Hazar rüzgârının soğuğunu taşıyor. Bu kuşağı görüyor musun? Kudretli Salome’nin hediyesi…”
“Kralın kız kardeşi!” diye bağırıyor, Kıbrıslı, selam vererek.
“Kraliyet zevkini taşıyor. Neden olmasın ki? Kardeşi kraldan daha çok Yunanlıdır. Kahvaltım! Al işte paranı, Kıbrıs’ın kırmızı bakır paraları. Bana üzüm ver, bir de…”
“Hurma da almayacak mısın?”
“Hayır, ben Arap değilim.”
“Ya incir?”
“Yahudi de değilim. Hayır, üzümden başka bir şey istemem. Hiçbir su, Yunanlının kanıyla üzümün kanının karışımından daha tatlı değildir.”
Bu kirli ve kalabalık pazarda bütün saray fiyakasıyla bu şarkıcı kolay kolay zihinlerden çıkarılmayacak bir görüntüdür; işte birisi sanki bütün merakımıza meydan okurcasına onun peşi sıra geliyor. Yüzü yere dönük bir şekilde ağır ağır yolun yukarısına yürüyor; aralıklarla duraklıyor, ellerini göğsünde birleştirip yüzünü uzatıyor ve sanki duaya başlayacakmış gibi gözlerini gökyüzüne doğru çeviriyor. Kudüs’ten başka hiçbir yerde böyle birine rastlanamaz. Alnında, örtüyü sabitleyen bir banda tutturulmuş deriden kare bir kese görünüyor; benzer bir başka kese de bir kayışla sol koluna bağlanmış. Elbisesinin kenarları derin püsküllerle süslenmiş; muskalar, elbisesinin geniş kenarları ve bütün bedenine hâkim olan yoğun kutsallıktan onun bir Ferisi, yani yobazlığı ve gücü dünyanın felaketine neden olacak organizasyonlardan (dinde bir mezhep, siyasette bir parti) birinden olduğunu anlıyoruz.
Kapının dışındaki kalabalık Yafa’ya giden yolu tamamen kaplıyor. Bakışlarımızı Ferisi’den çevirince, tam zamanında alacalı kalabalıktan ayrılan, inceleme konusu olabilecek bir grup dikkatimizi çekiyor. İlk önce içlerinden, berrak ve sağlıklı teni, parlak siyah gözleri, uzun, gür sakalı, üzerine tam oturan, mevsime uygun, pahalı giysileriyle gayet asil görünen bir adam beliriyor. Elinde bir değnek, boynunda da ipe asılı irice bir altın mühür taşıyor. Bazılarının kuşaklarında kısa kılıçlar olan birkaç hizmetkâr ona eşlik ediyor; ona büyük bir saygıyla hitap ediyorlar. Grubun geri kalanını halis çöl ırkından iki Arap oluşturuyor; zayıf, sırım gibi olan bu adamlar koyu bronz renginde, çukur yanaklı, parlak kem gözlü. Başlarında kırmızı fes, abalarının üzerinde sol kollarını ve bedenlerini sarıp sağ kollarını açıkta bırakan, kahverengi yünden haikleri ya da battaniyeleri var. Araplar beraberlerindeki atları satmak istediklerinden yüksek sesli bir şakalaşma hüküm sürüyor, sabırsızlık içinde yüksek perdeden, tiz bir sesle konuşuyorlar. Asil adam konuşma işini çoğunlukla hizmetkârlarına bırakıyor; ara sıra vakarla sorulara cevap veriyor ve Kıbrıslıyı görür görmez durup incir satın alıyor. Bütün grup Ferisi’nin hemen ardından ana kapıdan geçiyor. Biz de meyve satıcısının yolunu tutacak olursak, o bize güzelce selam verip, bu yabancının çok seyahat eden ve Suriye’nin sıradan üzümleriyle Kıbrıs’taki denizin çiyiyle zenginleşen üzümler arasındaki farkı iyice öğrenen bir Yahudi ve şehrin prenslerinden biri olduğunu söyleyecektir.
Böylece öğleye, bazen de daha geç saatlere doğru, istikrarlı alışveriş akını, alışıldığı üzere Yafa Kapısı’ndan girip çıkarak beraberlerinde İsrail’in bütün kavimlerinden, eski inançların aralarında parsellendiği ve geliştirildiği her türlü mezhepten, bütün dini ve sosyal gruplardan, sanatın çocukları ve zevk elçileri olan maceracı güruhtan, Sezarların ve atalarının dönemlerinden, özellikle de Akdeniz civarlarında oturan önemli insanlar da dâhil her türden şahsiyeti taşıyor.
Diğer bir deyişle, kutsal tarihi ve mübarek peygamberlerle bağlantısı zengin olan, taşları gümüşten, her yeri sedir ağaçlarıyla dolu, Hazreti Süleyman’ın Kudüs’ü, Roma’nın bir kopyası, dinsizlik merkezi ve pagan bölgesi hâline gelmişti. Yahudi bir kral16 bir gün papaz kıyafetlerine bürünüp tütsü sunmak için ilk tapınağın içine girip bir cüzzamlı olarak dışarı çıktı, ama okumakta olduğumuz dönemde Pompey17 de Herod’un tapınağına girmiş, hiçbir zarar görmeden, sadece boş bir oda bularak çıkmıştı, Tanrı’dan hiçbir işaret yoktu.
VIII
YUSUF VE MERYEM
Şimdi okurdan, Yafa Kapısı’ndaki pazarın bir bölümü olarak tanımlanan meydana geri dönmesini rica ediyoruz. Günün üçüncü saatiydi ve insanların çoğu gitmişti, ama baskı bariz bir azalma olmadan devam ediyordu. Yeni gelenler arasında, güney duvarlarının yanında, bir erkek, bir kadın ve büyük bir dikkat gerektiren, eşekten oluşan bir grup vardı.
Adam hayvanın başında durmuş, dizginlerini tutuyor ve hem hayvanı dürtmek için hem de baston olarak çifte amaçla kullanılmak üzere seçilmiş bir sopaya yaslanıyordu. Elbisesi etrafındaki sıradan Yahudilerinki gibiydi, sadece yepyeni görünüyordu. Başından aşağıya dökülen örtü ve boynundan topuklarına kadar onu örten cüppe ya da elbise, muhtemelen tatil günleri sinagoga giderken giymeye alışkın olduğu kıyafetlerdi. Gayet açık olan yüz hatları ellilerinde olduğunu söylüyordu, çizgi çizgi kırlaşmış siyah sakalları
16
Kral Uzziya (2. Tarihler 26: 21).
17
Gnaeus Pompeius Magnus (Büyük Pompey). Filistin’e yaptığı sefer (MÖ 63) Yücelerin Yücesi’ni ele geçirmesini sağlamıştır. Pompey bu kutsal alana girmiş, ama yağmalamamış ya da oradaki ayin objelerine zarar vermemiştir.