Ben-Hur. Lew Wallace
yapıp hayatımı adadım. İlk adım olarak büyük mal varlığımı güvence altına aldım, böylelikle kesin bir gelirim olacaktı ve gerektiğinde acı çekenin rahatlamasına sunulacaktı. O günden sonra, kardeşlerim, tek Tanrı, erdemli yaşam ve cennet ödülü konusunda vaaz vererek Nil boyunca bir aşağı bir yukarı köylere ve bütün kavimlere seyahat ettim. Ne kadar olduğunu bilmem ama hayır işledim. Dünyada onun kabulü için hazır olan yerleri gidip bulacağımızı biliyorum.”
Konuşmacının esmer yanaklarına bir kırmızılık yayıldı, ama bu duygunun üstesinden gelip devam etti:
“Bu yıllar boyunca, kardeşlerim, bir düşünceyi dert ettim; ben gidince başlattığım amaç ne olacaktı? Benimle beraber bitecek miydi? Çalışmam için uygun bir amaç bulmayı pek çok kez hayal ettim. Sizden saklayacak değilim, bunu gerçekleştirmeye çalıştım, ama başaramadım. Kardeşlerim, artık dünya öyle bir duruma geldi ki, eski Misrayim inancını yeniden inşa etmek için, reformcunun insani yaptırımdan daha fazlasına sahip olması gerekir, sadece Tanrı adına gelmesi olmaz, sözlerine bağlı kanıtları da olmalı, söylediklerini ispat etmelidir, Tanrı’yı bile. Zihin mitler ve sistemlerle doludur; sahte ilahlar her yeri doldurmuş, -yeryüzünü, havayı, gökyüzünü- her şeyin bir parçası olmuşlar; ilk dine geri dönmek ancak kanlı yollardan, zulüm tarlalarından geçerek olabilir; yani din değiştirenler vazgeçmektense ölmeyi yeğlemelidir. Bu devirde Tanrı’nın kendisinden başka kim insanların inancını böyle bir noktaya taşıyabilir? Irkı kurtarmak için -yok etmeyi kastetmiyorum- o kendisini bir kere daha açığa çıkarmalı; bizzat gelmelidir.”
Üçünü de yoğun bir his kapladı.
“Onu bulmayacak mıyız?” dedi Yunanlı.
“Gerçekleştirmekte neden başarısız olduğumu anlıyorsunuz.” dedi Mısırlı, büyü geçince. “Yaptırımım yoktu. Çabamın kaybolacağını bilmek beni dayanılmaz derecede perişan etti. Duaya inanıyordum ve yakarışlarımı saf ve güçlü hâle getirmek için, tıpkı sizin gibi kardeşlerim, yürünmüş yolların dışına çıktım, insanoğlunun olmadığı, sadece Tanrı’nın olduğu yerlere gittim. Beşinci çağlayanın tepesine, Sennar’da nehirlerin birleştiği yere, Beyaz Nil’in yukarılarına, Afrika’nın bilinmeyen uzaklıklarına gittim. Orada sabahları gökyüzü kadar mavi bir dağ, batı çölünün üzerine serinletici bir gölge savurur, erimiş karlardan oluşan şelaleleriyle doğuda eteklerine yerleşen geniş gölü besler. Göl, büyük nehrin anasıdır. Bir yılı aşkın bir süre dağ, bana ev sahipliği yaptı. Hurmalar bedenimi, dualar ruhumu besledi. Bir gece küçük denizin yakınlarındaki meyve bahçesinde yürüdüm. ‘Dünya ölüyor. Ne zaman geleceksin? Neden kurtuluşu görmüyorum, Tanrı’m?’ diye yakardım. Ayna gibi sular yıldızlarla parıldıyordu. İçlerinden biri sanki yerinden ayrılıp yüzeye yükselmiş, orada göz yakıcı bir parlaklığa erişmişti. Sonra bana doğru hareket etti, bir elin uzanacağı mesafede başımın üzerinde durdu. Yere düşüp yüzümü sakladım. Yeryüzüne ait olmayan bir ses bana dedi ki: ‘İyi çalışmaların başarıya ulaştı. Kutsandın, ey Misrayim’in oğlu! Kurtuluş geldi. Dünyanın uzaklarındaki diğer iki kişiyle beraber kurtarıcıyı görecek, onun için şahitlik edeceksin. Sabah olduğunda, git ve onlarla buluş. Kutsal Kudüs şehrine geldiğinizde insanlara, Yahudilerin kralı olarak doğan o nerede, biz Doğu’da onun yıldızını gördük ve ona tapınmak için gönderildik, deyin. Size rehberlik edecek ruha inanın.’
Işık kuşku duyulmaz bir iç aydınlanması hâline geldi ve bir rehber olarak benimle kaldı. Beni nehirden aşağıya, Memphis’e doğru yönlendirdi, orada çöl için hazırlandım. Devemi aldım, hiç dinlenmeden Süveyş ve Kufileh yoluyla, Moab ve Amman topraklarından geçerek buraya geldim. Tanrı bizimledir, kardeşlerim!”
Durakladı, bunun üzerine kendi başlarına değil de sanki bir telkinle ayağa kalkıp birbirlerine baktılar.
“Halklarımızı ve onların tarihlerini tanımlama şeklimizde bir amaç olduğunu söylemiştim.” diye devam etti Mısırlı. “Bulacağımız kişi ‘Yahudi Kralı’ diye adlandırılıyor, onu bu isimle sormamız söylendi. Şimdi buluşup da birbirimizi dinlediğimize göre onun kurtarıcı olacağını biliyoruz, sadece Yahudilerin değil, yeryüzündeki tüm ulusların. Tufan’dan sağ kurtulan resulün üç oğlu ve onların aileleri vardı, onlar sayesinde insanlar yeniden türediler. Asya’nın merkezindeki iyi bilinen Zevk Bölgesi, eski Aryana-Vaêjoda ayrıldılar. Hindistan ve Uzak Doğu birincinin çocuklarını aldı; en gencinin soyu Kuzey’den geçip akın hâlinde Avrupa’ya gitti; ikincininkiler de Kızıl Deniz civarındaki çöllerden taşıp Afrika’ya geçtiler, bunların çoğu çadırlarda otursalar da bazıları Nil boyunca binalar yaptılar.”
Aynı anda gelen bir dürtüyle üçünün elleri birleşti.
“Bir şey bundan daha kutsal bir biçimde düzenlenebilir mi?” diye devam etti Baltazar. “Tanrı’yı bulunca, kardeşler ve onlardan sonra gelen nesiller bizimle birlikte ona saygıyla diz çökecekler. Kendi yollarımıza gitmek üzere ayrıldığımızda, dünya yeni bir ders almış olacak: Cennet kazanılabilir ama kılıçla ya da insan erdemiyle değil, inanç, sevgi ve iyi işlerle.”
İç geçirmelerle ve kutsanmış gözyaşlarıyla bölünen bir sessizlik oldu; çünkü onları dolduran sevinç kalıcı olmayabilirdi. Bu, Hayat Nehri’nin kıyılarında, Tanrı’nın yanında kurtarılmışlarla dinlenen ruhların tarifsiz sevinciydi.
Elleri birbirinden ayrıldı ve beraber çadırdan dışarı çıktılar. Çöl, gökyüzü kadar hareketsizdi. Güneş hızla batıyordu. Develer uyuyordu.
Kısa bir süre sonra çadır söküldü ve yemekten arta kalanlarla beraber kutuya kondu; sonra dostlar da develere binip Mısırlı tarafından yönlendirilerek tek sıra hâlinde yola koyuldular. Soğuk gecede rotaları batıya doğruydu. Develer çizgiyi ve aralıkları koruyarak sabit adımlarla ileri atıldılar; sanki arkadan gelenler öncünün ayak izlerine basıyordu. Sürücüler bir kere bile konuşmadılar.
Yavaş yavaş ay çıktı. Üç uzun boylu ve beyaz figür donuk ışıkta sessiz bir şekilde ilerlerken, kötü karanlıklardan gelen hayaletler gibi görünüyorlardı. Birdenbire önlerindeki havada, alçak bir tepenin zirvesinde parlak bir alev belirdi. Ona bakarlarken, görüntü büyüleyici bir parlaklık noktasına dönüştü. Kalp atışları hızlandı; ruhları titredi ve tek bir ses hâlinde bağırdılar: “Yıldız! Yıldız! Tanrı bizimle!”
VI
YAFA PAZARI
Kudüs’ün batı duvarının üzerindeki bir aralıkta Beytüllahim ya da Yafa Kapısı denilen “meşeden kapaklar” asılıdır. Bu kapakların ardında kalan alan, şehrin tanınmış yerlerinden biridir. Davut Sion’a göz koymadan çok önceleri orada bir kale vardı. Sonunda Jesse’nin oğlu Yevusluları yerlerinden edip de kaleyi inşa etmeye başladığında, kalenin surları yeni duvarın kuzeybatı köşesini meydana getirdi ve duvar eskisinden daha azametli bir kule tarafından korunuyordu. Bununla birlikte, muhtemelen orada birleşen yollar başka bir noktaya yönlendirilemediğinden ve dışarıdaki alan bildik bir pazar yeri hâlini alsın diye kapının konumu değiştirilmemişti. Süleyman zamanında bölgede Mısır’dan tüccarların, Tyre ve Sidon’dan zengin satıcıların da dâhil olduğu büyük bir hareketlilik vardı. Yaklaşık üç bin yıl geçmiş ve ticaret burada devam etmişti. İğne ya da silah, salatalık ya da deve, ev ya da at, kredi ya da mercimek, hurma ya da tercüman, kavun ya da adam, güvercin ya da eşek arayan bir yolcunun sadece Yafa Kapısı’nda aradığını sorması yeterlidir. Bazen ortam öyle hareketlidir ki, kim bilir onu inşa eden Herod zamanındaki eski pazar nasıl bir yerdi, sorusunu akla getirir. Şimdi okur o döneme ve o pazara götürülecek.
Yahudi sistemine göre, önceki bölümlerde anlatılan bilgelerin karşılaşmaları