Ben-Hur. Lew Wallace
başından daha yüksek bir direk oluşturabilecek ustalıklı bir tertibat olduğu ortaya çıkıyordu. Direk dikilip de sopalar etrafına yerleştirilince kumaşı üstüne yaydı, tam bir ev olmuştu -emir ve şeyhlerin evlerinden çok daha küçük, ama diğer her bakımdan onların benzeri bir ev- Yine kutudan bir halı ya da kare bir kilim getirip çadırın zeminine yaydı. Bu da bitince, dışarı çıktı, bir kere daha büyük bir özen ve daha hevesli gözlerle etrafındaki bölgeyi taradı. Uzakta dörtnala koşan bir çakal ve Akabe Körfezi’ne doğru uçan bir kartal haricinde tıpkı üzerindeki mavilik gibi aşağıdaki çölde de hayat yoktu.
Deveye döndü, alçak sesle ve çöl için yabancı bir dille, “Evden uzaktayız, -en hızlı rüzgârlarla yarışan yarışçı- ama Tanrı bizimle. Sabırlı olalım.” dedi.
Sonra eyerin cebinden biraz fasulye çıkardı ve hayvanın burnunun altına asacağı torbaya koydu. Sadık hizmetkârının yemeye hevesle atılışını görünce dönüp dik gelen güneşin ışıltısıyla bulanıklaşan kum dünyasını bir kez daha taradı.
“Gelecekler.” dedi sakin sakin. “Bana öncülük eden onlara da edecek. Hazırlanayım.”
Kutunun içindeki çuvallardan ve kutunun bir parçasını oluşturan söğüt bir sepetten yemeklik malzemeleri çıkardı: palmiye liflerinden sıkı dokunmuş tabaklar, küçük bir deri testide şarap, kurutulup tütsülenmiş koyun eti, çekirdeksiz shami ya da Suriye narı, nakhil ya da Orta Arabistan’ın hurma bahçelerinde yetişmiş El Shelebi hurması, Davut’un “taze peynirleri”8 gibi peynir, şehir fırınından mayalı ekmek. Hepsini taşıyıp çadırın altındaki halının üzerine yerleştirdi. Son hazırlık olarak da Doğu’nun kibar çevrelerinde masadaki konukların dizlerine örtülen üç parça ipek kumaşı yaydı; ziyafetine katılacak insanların sayısını ortaya koyan bir şeydi bu, beklediği sayı buydu.
Her şey hazırdı. Dışarıya çıktı: İşte doğuda, çölün yüzeyinde kara bir benek! Sanki yere kök salmış gibi durdu; gözleri büyüdü; sanki doğaüstü bir şey dokunmuş gibi tüyleri ürperdi. Benek bir el kadar büyüdü, sonunda insan boyutuna geldi. Kısa bir süre sonra, yüksek ve beyaz, üzerinde bir mahfe, Hindistan’a özgü, seyahat tahtı taşıyan, kendi devesinin bir kopyası sallanarak görüntüye girdi. Sonra Mısırlı ellerini göğsünde kavuşturup gökyüzüne baktı.
“Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, gözünde yaşlarla, ruhu huşu içinde.
Yabancı iyice yaklaşıp durdu. O da yeni uyanıyor gibiydi. Diz çökmüş deveye, çadıra ve dini bütün şekilde kapısında duran adama baktı. Ellerini kavuşturdu, başını eğdi, sessizce dua etti; kısa bir süre sonra devesinin boynundan kuma indi, Mısırlı ona doğru ilerlerken o da Mısırlıya doğru ilerledi. Bir an için birbirlerine baktılar, sonra kucaklaştılar, her biri sağ kolunu ötekinin omzuna koyup sol kolunu da beline doladı, çenesini önce sol sonra sağ göğsüne dayadı.
“Huzur seninle olsun, Tanrı’nın hizmetkârı!” dedi yabancı.
“Seninle de olsun, gerçek din kardeşi! Huzur içinde ol, hoş geldin.” diye cevap verdi Mısırlı, coşkuyla.
Yeni gelen uzun boylu ve sıskaydı, zayıf bir yüzü, çukur gözleri, kır saçları ve sakalı, tarçın ile bronz karışımı teni vardı. O da silahsızdı. Kıyafetleri Hintlilere özgüydü, takkesinin üzerine kat kat örtü sarılarak türban hâline getirilmişti; üzerinde de Mısırlınınkilere benzer kıyafetler vardı, sadece bileklerinde toplanan geniş paçalı pantolonunu açıkta bırakan abası daha kısaydı. Ayaklarında sandaletlerin yerine kırmızı deriden, uçları sivri terlikler vardı. Terlikler hariç tepeden tırnağa bütün kıyafeti beyaz ketendendi. Yüce, azametli, ciddi bir havası vardı. Doğu’nun İlyada’sının münzevi kahramanlarından en büyüğü olan Vistamitra’nın mükemmel bir temsilcisi gibiydi. Brahma’nın bilgeliğiyle yoğrulan bir “Yaşam” olarak adlandırılabilirdi, “Vücut Bulmuş Sadakat” gibiydi. Sadece gözleri insanlığını kanıtlıyor; yüzünü Mısırlının göğsünden kaldırdığında gözlerinde yaşlar ışıldıyordu.
“Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, kucaklaşma sona erince.
“Ona hizmet edenler de kutsaldır!” diye cevap verdi Mısırlı, kendi haykırışına şaşırarak. “Ama bekleyelim.” diye ekledi. “Ötekinin gelmesini de bekleyelim!”
Kuzeye baktılar; görüntüye girmiş olan, diğerleri gibi bembeyaz üçüncü deve gemi gibi yan yatarak geliyordu. Beraber durup, o da deveden inerek yanlarına gelene dek beklediler.
“Huzur seninle olsun, kardeşim!” dedi adam, Hintliyi kucaklarken.
“Tanrı’nın dediği olur!” diye cevap verdi Hintli.
Son gelen, arkadaşlarına hiç benzemiyordu; vücudu daha ince, ten rengi beyazdı; açık renk dalgalı saçları küçük ama güzel kafasında mükemmel bir taç gibi duruyordu; koyu mavi gözlerinin sıcaklığı düşünceli zihnini, içten ve cesur doğasını ortaya koyuyordu. Başı çıplak ve silahsızdı. Farkında olmadığı bir zarafetle üstüne aldığı battaniyenin altından kısa kollu, açık yakalı, belinde bir kuşakla bağlanmış, dizlere kadar inen bir elbise görünüyordu. Boynu, kolları ve bacakları çıplaktı. Ayaklarında sandaletleri vardı. Tavırlarına bir ağırbaşlılık katmak ve sözlerini sağduyuyla yumuşatmaktan başka bir etkisi görünmeyen elli, belki de daha fazla yıl yaşamıştı. Fiziki teşekkülü ve ruhunun parlaklığı hiç bozulmamıştı. Hangi soydan geldiğini söylemeye gerek yok; kendisi değilse bile ataları Atina’dan gelmişti.
Ona sarılan Mısırlı titreyen bir sesle, “Ruh önce beni getirdi; kardeşlerimin hizmetkârı olmak üzere seçildiğimi biliyorum. Çadır kuruldu, ekmek bölünmek üzere hazır. Vazifemi yerine getireyim.” dedi.
Her birini elinden tutarak içeriye yönlendirdi, sandaletlerini çıkarıp ayaklarını yıkadı, ellerine su döktü, peşkirle kuruladı.
Kendi ellerini de yıkadıktan sonra, “Görevimizin gerektirdiği şekilde kendimize iyi bakalım, kardeşler ve yiyelim ki günün ödevleri için güçlü olabilelim. Yerken de, birbirimizin kim olduğunu, nereden geldiğini ve ne diye çağrıldığını öğrenelim.” dedi.
Onları yüz yüze bakacak şekilde yemeğe oturttu. Aynı anda hepsinin başları öne eğildi, elleri göğüslerinde kenetlendi, hep birlikte yüksek sesle şu basit şükran duasını ettiler:
“Hepimizin ilahı -Tanrı!– burada sahip olduklarımızın hepsi senin; şükranlarımızı kabul edip bizi kutsa ki senin dileklerini yerine getirmeye devam edebilelim.”
Son sözlerle birlikte gözlerini yukarı kaldırdılar, hayretle birbirlerine baktılar. Her biri diğerinin daha önce hiç duymadığı bir dil konuşuyordu; ama ne söylendiğini gayet iyi anlamışlardı. İlahi bir heyecanla ruhları titredi; çünkü bir mucize eseri İlahi Mevcudiyet’i tanımışlardı.
III
YUNANLI GASPAR
Dönemin diline göre konuşmak gerekirse, şimdi anlatılan karşılaşma Roma’nın 7479 yılında meydana geldi. Aylardan aralıktı ve Akdeniz’in doğusundaki bütün bölgelerde kış hüküm sürüyordu. Bu mevsimde çöldeki ilerleyiş şiddetli bir heves olmaksızın fazla uzun sürmez. Küçük çadırın altındaki grup için de aynı şey geçerliydi. Karınları açtı, iştahla yediler ve şaraptan sonra konuşmaya başladılar.
“Yabancı topraklardaki bir yolcu için, adını bir arkadaşın ağzından duymak kadar hoş bir şey yoktur.” dedi, yemeğin reisi olduğunu düşünen Mısırlı. “Bizden önce pek çok yoldaşlık
8
Kutsal Kitap: Samuel 17:18.
9
MÖ 6.