Ben-Hur. Lew Wallace
ederse, kendisi gibi aforoz edilenler dışında herkes için yok sayılarak aforoz edilirdi.”
Tam bu noktada Yunanlının hayal gücü böyle bir aşağılamanın bütün sonuçlarını görerek hevesli dikkatini alt edip, “Böyle bir durumda, kardeşlerim, bu ne güçlü bir sevgi dolu Tanrı ihtiyacıdır!” dedi.
“Evet.” diye ekledi Mısırlı. “Bizimki gibi sevgi dolu bir Tanrı.”
Hintlinin kaşları acıyla çatıldı; bu duygusu geçince yumuşak bir sesle devam etti:
“Ben Brahman olarak doğdum. İlk beslenmem, ismimin verilmesi, ilk kez güneşe çıkarılmam, ikinci kez doğan biri olmamı sağlayan üçlü basamaktan geçişim, birinci sınıfa girişim, hepsi kutsal metinler ve değişmez törenlerle kutlanmıştı. Bir kuralı ihlal etme korkusu olmaksızın yürüyemez, yiyip içemez ya da uyuyamazdım. Hele de ceza, kardeşlerim, ceza ruhuma veriliyordu! Kusur derecelerine göre ruhum gökyüzünden birine gönderilir -en aşağıda Indra’nınki, en yüksekte Brahma’nınki vardı- ya da bir kurt, sinek, balık veya hayvanın yaşamını sürmek için geri sürülürdü. Mükemmel itaatin ödülü sonsuz mutluluk ya da Brahm olmaya geçişti.”
Hintli bir an için düşündü, devamında, “Bir Brahman’ın hayatının ilk rütbe denilen kısmı öğrencilik hayatıdır. İkinci rütbeye girişe hazır olduğumda -yani evlenip aile reisi olmaya hazır olduğumda- her şeyi sorguladım, Brahm’ı bile. İtirazcıydım. Kuyunun derinlerinden yukarıda bir ışık keşfetmiştim ve yukarıya çıkıp onun neye ışıldadığına bakmak istiyordum. Sonunda -ah, ne zorlu yıllardı!– mükemmel bir günde kalkıp hayatın ilkesini, din unsurunu ve ruhla Tanrı arasındaki bağlantıyı yani sevgiyi gördüm.” dedi.
İyi adamın ufalan yüzü görünür şekilde alevlendi ve ellerini sıkı bir şekilde kenetledi. Ardından bir sessizlik oldu, bu esnada diğerleri gözleri yaşlı bir şekilde Yunanlıya bakıyorlardı. Sonunda devam etti:
“Sevginin mutluluğu hareket hâlindeydi; sınanması da birisinin diğerleri için ne yapmaya hevesli olduğuydu. Dayanamadım. Brahm dünyayı o kadar çok sefaletle doldurmuştu ki. Sudra bana sesleniyordu; sayısız hayranları ve kurbanları da öyle. Ganga Lagor adası Ganj Nehri’nin kutsal sularının Hint Okyanusu’nda kaybolduğu yerdedir. Oraya gittim. Bilge Kapi-la için orada inşa edilen tapınağın gölgesinde, kutsal adamın kutsanmış hatırasının evinin etrafında tuttuğu öğrencilerle aynı duayı ederek sükûn bulmayı düşündüm. Ama yılda iki kere Hindu hacılar sularda arınmak için geliyorlardı. Perişanlıkları benim sevgimi güçlendirdi. Konuşma dürtüsüne rağmen çenemi kenetledim, çünkü Brahm, Üçlü ya da Sastralara karşı tek bir kelime, orada burada kızgın kumlarda ölmek için kendilerini sürükleyen, aforoz edilmiş Brahmanlara karşı bir şefkat hareketi -edilen bir dua, verilen bir bardak su- bile sonumu getirebilirdi ve ben de onlardan biri oldum, ailem, ülkem, ayrıcalıklarım, sınıfım yoktu. Sevgi fethedildi! Tapınaktaki öğrencilerle konuştum, beni dışladılar. Hacılarla konuştum beni taşa tuttular. Yollarda vaaz vermeye kalkıştım, dinleyicilerim benden kaçtılar ya da canımı istediler. Sonuç olarak bütün Hindistan’da huzur ve güven bulabileceğim hiçbir yer kalmamıştı, aforoz edilenler arasında bile, çünkü düşmüş de olsalar hâlâ Brahm’a inanıyorlardı. Büyük üzüntümde Tanrı hariç herkesten saklanacak bir yalnızlık aradım. Ganj Nehri’ni ta Himalayalar’ın yukarılarındaki kaynağına kadar izledim. Nehrin lekesiz saflığıyla çamurlu bölgelerden geçip rotasına girdiği yer olan Hurdwar’da bir geçide girince ırkım için dua ettim ve sonsuza kadar onları kaybettiğimi düşündüm. Vadilerin içinden, tepelerin üzerinden, buzulların karşısından, yıldızlar kadar yüksek görünen zirvelerden geçip şahane bir güzellik olan Lang Tso Gölü’nün yolunu tuttum, güneşin karşısında kardan zirvelerini ebediyen sergileyen Tise Gangri, Gurla ve Kailas Parbot’un eteklerinde uykuya daldım. Orada, tam yeryüzünün merkezinde, Indus, Ganj ve Brahmapootra’nın farklı rotalara gitmek üzere yükseldikleri yerde, insanoğlunun ilk meskenlerini aldıkları ve şehirlerin anası Belh’i11 büyük gerçeği kanıtlaması için terk edip dünyayı doyurmak için ayrıldıkları yerde, ilkel durumuna geri dönen doğanın uçsuz bucaksız enginliklerinden emin bir şekilde, birine emniyet, diğerine yalnızlık vaatleriyle bilge ve sürgünü davet ettiği yerde, orada dua ederek, oruç tutarak, ölümü bekleyerek Tanrı’yla yalnız oturdum.”
Yine ses alçaldı ve eller ateşli bir şekilde birleşti.
“Bir gece gölün kıyısında yürüyor, beni dinleyen sessizlikle konuşuyordum. ‘Tanrı ne zaman gelip hak talep edecek? Günahlardan arınma olmayacak mı?’ Birdenbire suda bir ışık ürkekçe ışıldamaya başladı; kısa süre içinde bir yıldız yükselip bana doğru hareket etti ve başımın üzerinde durdu. Parlaklığı beni şaşkına çevirmişti. Yerde uzanırken sonsuz bir sevimliliğin sesini duydum, ‘Senin sevgin zafer kazandı. Kutsandın, Hindistan’ın oğlu! Günahlardan arınma yakındır. Yeryüzünün uzaklarından iki kişiyle birlikte kurtarıcıyı görecek ve onun geldiğine tanık olacaksın. Sabah olduğunda gidip onlarla buluş, sana rehberlik edecek ruha güven.’
O zamandan beri ışık benimle kaldı; onun ruhun görünür varlığı olduğunu biliyordum. Sabah geldiğim şekilde hayata başladım. Dağın yarığında çok değerli bir taş buldum, Hurdwar’da sattım onu. Lahor, Kâbil ve Yezd’den İsfahan’a geldim. Orada deveyi satın aldım ve kervanı beklemeden Bağdat’a yöneldim. Yalnız başıma korkusuzca seyahat ettim, çünkü ruh benimleydi, hâlâ da öyle. Ne mutluluk, kardeşler! Kurtarıcıyı görecek, onunla konuşacak ve ona tapınacağız! Ben bitirdim.”
V
BALTAZAR
Hayat dolu Yunanlı sevinç içinde tebriklerini sundu; sonra Mısırlı tipik bir vakarla, “Seni selamlıyorum, kardeşim. Çok sıkıntı çekmişsin, zaferine çok memnun oldum. Eğer ikiniz de dinlemek isterseniz, şimdi ben size kim olduğumu ve nasıl çağrıldığımı anlatacağım. Bir dakika bekleyin.” dedi.
Dışarı çıkıp develerle ilgilendi ve geri dönünce tekrar yerine oturdu.
“Sizin sözleriniz kardeşlerim, ruhla ilgiliydi.” diye başladı. “Ve ruh, onları anlamamı sağladı. Her biriniz özellikle kendi ülkenizden söz ettiniz, bu konuda açıklayacağım büyük bir mesele var, ama yorumu tamamlamak için önce kendimden ve halkımdan söz edeyim. Ben Mısırlı Baltazar.”
Son sözler sessizce, ama öyle bir saygınlıkla söylenmişti ki, her ikisi de konuşmacıyı başlarıyla selamladılar.
“Irkım için ortaya atacağım pek çok farklılıklar var.” diye devam etti. “Ama bir tanesiyle yetineyim. Tarih bizimle başladı. Korunan kayıtlarla olayları ilk ölümsüzleştiren biziz. Bizim törelerimiz yok ve şiir yerine size kesinlik sunuyoruz. Sarayların ve tapınakların ön yüzlerine, dikilitaşların üzerlerine, mezarların iç duvarlarına krallarımızın isimlerini ve yaptıklarını yazdık. Narin papiruslara filozoflarımızın bilgeliğini ve dinimizin sırlarını emanet ettik, bu sırlardan birinden söz edeceğim. Vyasa’nın Upangaları, Para-Brahm’ın Vedalarından daha da eskidir, Melchior, Homer’in şarkılarından ya da Platon’un fizikötesinden daha da eski, sevgili Gaspar, kutsal kitaplardan ya da Çin halkının krallarından veya Siddhartha’nınkilerden, güzel Maya’nın oğlundan daha da eski, Musa’nın doğumundan daha da eski, insan kayıtlarının en eskisi bizim ilk kralımız Menes’in yazılarıdır.” Bir an duraklayıp iri gözlerini Yunanlı üzerinde nazikçe sabitleyerek, “Hellas’ın gençliğinde öğretmenlerinin öğretmenleri kimdi, Gaspar?” dedi.
Yunanlı gülümseyerek başıyla selamladı.
“Bu kayıtlara göre…” diye devam etti Baltazar. “Ataların
11
Afganistan’ın kuzeyinde yer alan eski bir yerleşim yeridir.