Ben-Hur. Lew Wallace

Ben-Hur - Lew Wallace


Скачать книгу
tapınmaymış; neşeli, umut dolu ve yaratıcısına sevgi duyan bir ruh için doğal olan bir şiir ve dua.”

      O anda Yunanlı ellerini uzatıp bağırdı. “Ah! İçimdeki ışık derinleşiyor!”

      “Benim de!” dedi Hintli, benzer bir coşkuyla.

      Mısırlı babacan bir tavırla onlara baktı, sonra sözlerine devam etti, “Din sadece insanı yaratıcısına bağlayan yasadır: Saflığında bu unsurlar vardır -Tanrı, ruh, onların birbirlerini karşılıklı tanımaları- pratiğe döküldüğünde bunlardan tapınma, sevgi ve ödül çıkar. Bu yasa, tıpkı kutsal kökenli diğerleri gibi –örneğin, yeryüzünü güneşe bağlayan gibi- başlangıçta yazarı tarafından kusursuz bir şekilde gerçekleştirilmişti. İlk ailenin dini böyleydi, kardeşlerim, yaratılış formülüne karşı kör olmayan babamız Misrayim’in dini de böyleydi, ilk inanış ve ilk tapınmalar gibisi hiçbir yerde görülmemişti. Mükemmellik Tanrı’dır; sadelik mükemmelliktir. Lanetlerin laneti, insanın böyle gerçeklere izin vermemesidir.”

      Sanki nasıl devam edeceğini düşünüyormuş gibi durdu.

      “Pek çok ulus Nil’in tatlı sularını sevmiştir.” dedi sonra. “Etiyopyalılar, Pali-Putra, Yahudiler, Süryaniler, İranlılar, Makedonyalılar, Romalılar -Yahudiler hariç- hepsi bir zaman onun efendisi olmuştur. İnsanların bu kadar çok gidip gelmeleri eski Misrayim inancını mahvetti. Palmiyeler Vadisi, Tanrılar Vadisi hâline geldi. Yüce olan sekize bölündü, her biri doğadaki yaratıcı bir ilkeyi temsil ediyordu, Ammon-Re de başlarındaydı. Sonra Isıs ve Osiris ile onların suyu, ateşi, havayı ve diğer güçleri temsil eden camiaları meydana geldi. Kudret, bilgi, sevgi ve benzerleri gibi insani niteliklerin akla getirdiği bir başka düzenimiz daha olana kadar çoğalma devam etti.”

      “Hepsinde eski budalalık vardı!” diye bağırdı Yunanlı, atılarak. “Sadece erişilmez olanlar bize geldikleri şekliyle kalıyor.”

      Mısırlı başını eğdi ve devam etti:

      “Biraz daha, kardeşlerim, biraz daha, ben kendime gelmeden önce biraz daha. Gittiğimiz yol eskiden olanla karşılaştırılınca en kutsalı gibi görünüyor. Kayıtlar Misrayim’in, o zamanlar Afrika çölünde yayılan, zengin, üstün yetenekli, doğaya tapan Etiyopyalıların elinde olan Nil’i bulduğunu gösteriyor. İranlılar, tanrıları Ormuzd için güneşe kurban veriyorlardı; Uzak Doğu’nun dini bütün çocukları ilahlarını tahtadan ve fil dişinden oyuyorlardı; ama Etiyopyalılar yazı, kitaplar ve herhangi bir sanatsal yetenekleri olmaksızın, kediyi Re için, boğayı İsis için, böceği Pthah için kutsal sayarak hayvanlara, kuşlara, böceklere tapınıp ruhlarını yatıştırıyorlardı. Onların sert inancına karşı uzun süren mücadele yeni imparatorun dininin benimsenmesiyle son buldu. Sonra nehir kıyısına ve çöle büyük anıtlar dikildi; dikili taş, labirent, piramit, timsah mezarıyla birleştirilmiş kral mezarı. Aryan’ın oğulları böyle derin bir alçalmaya düştüler, kardeşlerim!”

      Burada ilk kez Mısırlının sakinliği onu terk etti; yüzü kayıtsız kalsa da sesi ele veriyordu.

      “Vatandaşlarımı hor görmeyin.” diye başladı tekrar. “Onlar Tanrı’yı unutmuş değiller. Hatırlayacağınız gibi biraz önce, bir tanesi hariç dinimizin bütün sırlarını papirusa emanet ettiğimizi söylemiştim; şimdi size bundan söz edeceğim. Bir zamanlar her türlü değişiklik ve katkılara kendini adayan bir firavunumuz vardı. Yeni sistemi kurmak için eskisini tamamen akıllardan çıkarmaya çabaladı. Yahudiler o zamanlar köleler olarak bizimle kalıyorlardı. tanrılarına sadıktılar; zulüm dayanılmaz olunca asla akıllardan çıkmayacak bir şekilde serbest bırakıldılar. Kayıtlara göre konuşuyorum. Kendisi de Yahudi olan Moşe saraya geldi ve o zamanlar milyonları bulan kölelerin ülkeden ayrılmaları için izin istedi. Bu talep Yüce İsrail Tanrı’sı adınaydı. Firavun talebi reddetti. Ne oldu dinleyin. Önce bütün sular, yani göller ve nehirler, tıpkı kuyulardaki ve kaplardakiler gibi kana dönüştü. Ama hükümdar yine reddetti. Sonra kurbağalar her yeri istila etti. Hükümdar hâlâ kararlıydı. Sonra Moşe külleri havaya savurdu ve Mısırlıları veba salgını vurdu. Yahudilerinkiler hariç bütün büyükbaş hayvanlar öldü. Çekirgeler vadinin yeşilliklerini silip süpürdüler. Gün ortası öyle yoğun bir karanlığa gömüldü ki lambalar bile yanmadı. Sonunda bir gece Mısırlıların ilk çocuklarının hepsi öldüler; Firavun’unki bile kurtulamadı. Sonra boyun eğdi. Ama Yahudiler gidince ordusuyla beraber peşlerine düştü. Son anda deniz ikiye bölündü ve kaçaklar ayakları ıslanmadan geçtiler. Onların peşindekiler geldiklerinde dalgalar geri gelip hepsini boğdu; atları, arabacıları ve kralı. Aydınlanmadan söz etmiştin, Gaspar…”

      Yunanlının mavi gözleri ışıldadı.

      “Hikâyeyi Yahudilerden öğrendim.” diye bağırdı. “Sen de bunu doğruluyorsun, Baltazar!”

      “Evet, ama benim aracılığımla Mısırlılar konuşuyor, Moşe değil. Ben mermerleri yorumluyorum. Zamanın papazları şahit olduklarını kendilerince yazıya döktüler ve aydınlanma meydana geldi. Şimdi kayıtlara girmemiş sırra geliyorum. Benim ülkemde, kardeşlerim, talihsiz Firavun’un zamanından bu yana hep iki dinimiz oldu. Biri özel, diğeri halkınki; biri halk tarafından uygulanan çok tanrılı din; diğeri sadece ruhbanlık tarafından değer verilen tek Tanrı. Benimle birlikte sevinin, kardeşlerim! Pek çok ulus tarafından ayak basılması, krallar tarafından tırpanlanması, düşmanların bütün icatları, zamanın bütün değişimleri boşunaydı. Tıpkı dağların altında saatini bekleyen bir tohum gibi şanlı gerçek de yaşadı ve işte günü geldi!”

      Hintlinin bitkin bedeni zevkle titredi ve Yunanlı bağırdı:

      “Sanki çöl şarkı söylüyor!”

      Mısırlı yakınlardaki testiden bir yudum su içip devam etti:

      “Ben bir prens ve rahip olarak İskenderiye’de doğdum, sınıfıma özgü bir eğitim aldım. Ama erkenden mutsuz oldum. Bana empoze edilen inancın bir bölümü ölümden, bedenin yok olmasından sonrasına aitti, ruh en aşağıdan en yüksekteki son varlık olan insanlığa kadar olan ilk gelişimine hemen başlıyordu, hem de fani dünyada önderlik edecek bir referans olmadan. İranlıların ışık âlemini, Chinevat Köprüsü’nün karşısında sadece iyilerin gittiği cenneti duyduğumda aklıma bir düşünce takıldı, öyle ki gündüz de gece de ebedî göç ile cennetteki ebedî hayat fikirleri üzerinde düşünüp durdum. Eğer öğretmenimin öğrettiği gibi Tanrı adilse neden iyi ile kötü arasında bir ayrım yoktu? Sonunda ölümün, kötülerin bırakıldığı ya da kaybolduğu, inançlıların daha yüce bir hayata yükseldikleri bir ayrım noktası olduğu benim için netleşti; aktif, neşeli ve sonsuz bir yaşamdı bu; Tanrı ile yaşam! Bu keşif bir başka araştırmayı daha getirdi. Neden gerçek, papazlığın bencil avuntusu için uzun süre bir sır olarak saklanmalıydı? Baskının nedeni yok oldu. Felsefe en azından bize hoşgörü getirmişti. Mısır’da Ramses yerine Roma vardı. Bir gün İskenderiye’nin en muhteşem ve kalabalık bölgesi olan Brucheium’da vaaz verdim. Doğu ve Batı da izleyicilerim arasına katıldı. Kütüphaneye giden öğrenciler, Serapeum’dan12 gelen rahipler, müzeden gelen aylaklar, hipodrom müdavimleri, Rhacotis’ten vatandaşlar beni dinlemek için durdular. Tanrı, ruh, doğru ve yanlış, cennet, erdemli bir yaşamın ödülü konusunda telkinlerde bulundum. Melchior, taş kesildin! Dinleyicilerim önce şaşırdılar, sonra güldüler. Tekrar denedim, nükteli sözlerle taşladılar beni, Tanrı’mla dalga geçtiler, cennetimi alayla kararttılar. Gereksiz yere oyalanmamak için oradan ayrıldım.”

      Hintli uzunca iç geçirip, “İnsanın düşmanı insandır, kardeşim.” dedi.

      Baltazar sessizliğe gömüldü.

      “Hatamın


Скачать книгу

<p>12</p>

Mısır Tanrısı Serapis’e adanmış tapınaklar. (ç.n.)