Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс
daha hiç gelmeyeceksin, dedi. Neden diye sorma bana, çünkü ben de bilmiyorum. Yalvarırım, sorma. N’olur, üzülme! Yalvarırım, bana da kızma. Benim hiçbir suçum yok!
Kit, gözleri fal taşı gibi açılmış, kıza baktı, birçok kereler ağzını açıp kapadı ama ağzından bir tek kelime çıkmadı.
Nell:
– Senden şikâyet ediyor, sövüp sayıyor, dedi. Ne yaptın, bilmiyorum ama, umarım ki çok kötü bir şey değildir.
Kit:
– Ben mi yapmışım? diye kükredi.
Çocuk yaşlı gözlerle:
– Çektiklerinin hep senin yüzünden olduğunu bağıra bağıra söylüyor. Avaz avaz haykırıp seni çağırdı. Dediler ki onun yanına bir daha yaklaşmamalıymışsın, yoksa ölürmüş. Bir daha bizim yanımıza dönmemeliymişsin. Bunu sana haber vermeye geldim. Bir yabancı yerine benim gelmem daha doğru olur diye düşündüm. Ah, Kit, ne yaptın sen? Sana o kadar da güvenmiştim. Hemen hemen tek arkadaşım sendin.
Zavallı Kit genç hanımına gittikçe daha büyüyen gözlerle bakıyordu ama, hiç kımıldamıyor, hiç konuşmuyordu. Kızcağız, kadına bakıp:
– Kit’in haftalık ücretini getirdim, dedi. Parayı masanın üzerine bıraktı. Biraz da fazla getirdim, çünkü o bana karşı her zaman iyi, şefkatli davranıyordu. İnşallah yaptıklarına pişman olur da başka yerde daha iyi çalışır, bundan dolayı da pek üzülmez. Ondan bu biçim ayrılmak beni pek üzüyor ama, başka çaremiz de yok. Ayrılmak zorundayız. İyi geceler!
Çocukcağız, gözyaşları yüzünden aşağı sel gibi akarak, arkada bıraktığı sahnenin verdiği acıyla, geçirdiği sarsıntının, biraz önce yerine getirdiği görevin ağırlığıyla, bin bir acı, şefkat duygularının etkisiyle nazik vücudu tir tir titreyerek, telaşla kapıya doğru gitti, geldiği gibi çarçabuk gözden kayboldu.
Zavallı kadıncağız oğlundan kuşkulanmak için ortada hiçbir neden göremiyordu; tam tersine, onun dürüst, doğru bir çocuk olduğuna her bakımdan inanıyordu. Onun için, oğlunun kendini korumak için bir tek söz bile söylememesi yüzünden şaşkına dönmüştü. Zihninde kabadayılık, haydutluk, soygunculuk sahneleri canlandı. Oğlan geceleri evde bulunmamasını pek acayip bir şekilde açıklamaya kalkışıyordu. Kadının aklına bunları kanun dışı işlere bağlamak gibi düşünceler gelmişti; onun için, oğlunu sorguya çekmekten korkuyordu. Kadıncağız, bir sandalyeye oturdu, ellerini ovuşturup acı acı ağlayarak sallanmaya başladı. Kit annesini avutmak için hiçbir harekette bulunmadan, iyicene sersemlemiş bir hâlde kalakaldı. Beşikteki bebek uyanıp ağladı; çamaşır sepetindeki oğlan sırtüstü düştü, sepetin altında kaldı, görünmez oldu; anne gittikçe daha şiddetli ağlayarak daha hızlı sallanmaya koyuldu; Kit ise bütün bu gürültü patırtının farkında bile değildi, iyicene aptallaşmış bir hâldeydi.
11
Çocuğu barındıran çatının altında artık sessizliğin, yalnızlığın aralıksız hüküm sürmesine imkân kalmaması mukadderdi. Ertesi sabah yaşlı adama şiddetli ateşle birlikte nöbet geldi; bu düzensizliğin etkisi altında daha da güçten düşen adamcağız haftalarca hayatının en tehlikeli günlerini yaşadı. Gerektiği kadar bakım vardı ama, bu, biraz da, hasta bakımını kârlı bir iş hâline getiren, hasta bakımının dışındaki zamanlarını bir araya gelip neşe içinde yiyip içerek eğlenen yabancıların bakımıydı; böyleleri için hastalık, ölüm artık aileden olmuş tanrılardı.
Yine de o günlerin telaşı, kargaşalığı arasında çocuk eskisinden çok daha yalnız kalmıştı: Ruhça yalnızdı; ateşten yanan, yatağında erimekte olan yaşlı adama duyduğu bağlılıkta yalnızdı; sınırsız üzüntüsü içinde bir türlü elde edemediği sevgi içinde yalnızdı. Günler ve geceler onu, dalgın, acı çeken hastanın yastığı başında buluyordu; kızcağız orada hâlâ onun her isteğini yerine getiriyor, adını durmadan tekrarlayışını, ateşin etkisiyle kâbus görürken hep onun ihtiyaçlarını düşünüşünü dinliyordu.
Ev artık onların değildi. Hastanın odası bile Quilp’in hükmü altındaydı, onun malı sayılırdı. Yaşlı adam hastalandıktan hemen birkaç gün sonra cüce, pek az kimsenin anladığı, hiç kimsenin soruşturmaya kalkışmadığı birtakım kanuni durumları ileri sürerek, evdeki eşyaya sahip çıkıvermişti. Cüce, bu amaçla yanında getirdiği bir kanun adamının da yardımıyla, eve gelen herkesi geri çevirmek, sahip çıktığı malları koruyabilmek üzere oraya yerleşmişti. Sonra da karargâhını kendi zevkine uygun bir şekle sokmaya baktı.
Quilp postu arka salona sermişti; bundan böyle herhangi bir iş yapılmasını önlemek için dükkânı da kapamıştı. Eski eşyanın arasından en güzelini, en rahatını arayıp bulmuş, bunu kendine ayırmış, özellikle çirkin, rahatsız olanını da arkadaşına uygun görmüştü. Onları kendi odasına taşıtmış, mevkiine büyük bir azametle kurulmuştu. Onun dairesi yaşlı adamın odasından çok uzaktaydı ama, Quilp mikropların yayılması ihtimaline karşı iyi bir tedbir olur düşüncesiyle kendisi durmadan pipo içmekle kalmamış, hukukçu arkadaşının da aynı şeyi yapması için ısrar etmişti. Bu yetmiyormuş gibi, iskeleye haberci gönderip, tepeüstü yürüyen çocuğu da çağırtmıştı. O da, içeri girip kapının hemen yanına oturmuş, cücenin bulup verdiği kocaman bir pipoyu durmaksızın içmeye koyulmuştu. Bir iki dakika için pipoyu dudaklarından uzaklaştırmaya kalksın, ne haddine! Bu düzen de kurulduktan sonra Quilp sevinçten kıkır kıkır gülerek çevresine bakındı, “düzenin böylesine huzur adını verdiğini” açıkladı.
Pek ahenkli bir adı olan hukukçu arkadaş, yani Brass1 da bu düzeni “huzur” diye adlandırabilirdi ama, şu iki önemli kusur olmasaydı: Bir kere, adamcağız iskemlesinde hiç de rahat oturamıyordu; çok sert, üçgen biçimi, üstelik de kaygan olan iskemle çok rahatsızdı. İkincisi, tütün dumanı ona dokunur, rahatsız ederdi. Yalnız, Quilp’in adamı olduğu, cüceyle iyi geçinmesini gerektiren bin bir neden bulunduğu için, gülümsemeye çalışıp, elinden geldiği kadar kibar bir tavırla, durumdan hoşlandığını anlatacak şekilde başını salladı.
Bu Brass, Londra şehrinde Bevis Marks Şirketi’nden, hiç de iyi bir ünü olmayan bir avukattı. Uzun boylu, gaga burunlu, çıkık alınlı, çökük gözlü, koyu kızıl saçlı zayıf bir adamdı. Ayak bileklerine değecek derecede uzun siyah bir palto, kısa siyah pantolon, yüksek topuklu pabuçlar, maviye çalar kurşuni pamuklu çoraplar giymişti. Dalkavuk tavırlıydı ama, sesi pek sertti; üstelik, en tatlı gülüşü bile öylesine korkunçtu ki, oldukça uygun şartlar içinde bile onunla karşılaşan bir kimse: “Keşke öfkelense, hiç değilse kaşlarını çatar.” diye hayıflanırdı.
Quilp hukuk danışmanına baktı, piposunun verdiği sıkıntıyla adamın gözlerini pek fazla kırpıştırdığını, dumanını iyice içine çektiği zamanlarda da tüylerinin ürperdiğini, dumanı boyuna kendinden uzaklaştırmaya çalıştığını gördükçe sevinci artıyor, neşe içinde ellerini ovuşturuyordu.
Quilp, oğlana dönerek:
– Dumanını başka yana tüttürsene, köpek sen de! dedi. Piponu doldur, son katresine kadar bir çırpıda içiver; yoksa, piponun o mumlu dip kısmını ateşe tutup senin dilini onunla kızartırım!
Bereket ki oğlan kös dinlemişti; birisi ona küçük bir kireç parçası bile içirmeye kalkışsa gık demeden içerdi. Onun için, efendisine karşı kendini savunmak üzere bir iki kelime mırıldandı; sonra, verilen emri yerine getirdi.
Quilp:
– Güzel, değil mi, Brass? diye sordu. Hoş kokulu, değil mi? Türk Sultanı
1
Brass “bando mızıka” anlamına gelir.