Ocaktaki Ağustos Böceği. Чарльз Диккенс
trong>7 Şubat 1812 tarihinde İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria devrinin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.
BİRİNCİ BÖLÜM
Hepsini çaydanlık başlattı! Bana Mrs. Peerybingle şunu dedi, bunu dedi demeyin. Ben en doğrusunu bilirim. Mrs. Peerybingle istediği kadar ilk kim başlattı ben bilmem desin ben çaydanlık başlattı diyorum. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek! Köşedeki parlak sıfatlı düdüklü saate göre Ağustos Böceği daha gıkını çıkarmadan tam beş dakika önce çaydanlık ötmüştü.
Saat daha ötmeyi bitirmemiş de Arap Kalesi’nin önünde elindeki tırpanı bir sağa bir sola savurmakta olan gayretli çiftçi, Ağustos Böceği daha olaya dâhil olmadan önce yarım dönüm hayali otu tırpanlamamış da!
Ben tabiatım gereği kendimden çok emin biri değilimdir. Bunu herkes bilir. Konu ne olursa olsun kesin emin olmasam Mrs. Peerybingle’ın fikrine karşılık kendi fikrimi savunmam. Beni hiçbir şey bunu yapmaya zorlayamaz. Ama burada söz konusu bir hakikat var. Bu hakikat ise: Her şeyi Ağustos Böceği varlığını belli eden herhangi bir harekette bile bulunmadan en az beş dakika önce çaydanlığın başlatmış olması. İsterseniz bana karşı çıkın. Sözümden dönmem.
Size tam olarak nasıl olduğunu anlatayım. Daha ilk kelimemle birlikte bunu yapmaya başlamam gerekirdi ama yalnızca tek bir sebepten dolayı bunu yapmadım: Eğer bir hikâye anlatacaksam başından başlamalıyım ve çaydanlıktan başlamadan baştan başlamak mümkün olur muydu?
Öncelikle çaydanlık ve Ağustos Böceği arasında bir tür yarış ya da yetenek gösterisi olduğunu ve her şeyin sebebinin de tam olarak bu olduğunu anlamanız gerek.
Mrs. Peerybingle kör alaca karanlıkta ayağındaki bir çift takunyayla ıslak taşların üstünde Öklit’in ilk savlarına benzeyen şekiller bırakarak bahçeyi aştıktan sonra çeşmede çaydanlığı doldurdu. Hemen ardından takunyaları olmadan (ve de takunyalar yüksek, Mrs. Peerybingle ise kısa olduğundan epey eksilmiş olarak) dönerek çaydanlığı ateşe koydu. Bunu yaptığı gibi sinirleri tepesine çıktı ya da bir anlığına kendini kaybetti çünkü su rahatsız edici derecede soğuk ve o takunya bandı da dâhil olmak üzere her şeyi delip geçebilecek türden kaygan, vıcık vıcık ve sulu sepken hâliyle Mrs. Peerybingle’ın ayaklarını ele geçirmiş hatta ve hatta bacaklarına kadar sıçramıştı. Biz de bacaklarımıza özen gösterdiğimizden (mantık çerçevesinde) ve özellikle de üstümüze şöyle güzel bir külotlu çorap çektiğimizde bunun dayanılması zor bir durum olduğunu anlayabiliyoruz.
Bunun yanında, çaydanlık sıkıcı ve inatçıydı. Üst demire yerleştirilmeye müsaade etmiyor, kendini nazikçe kömür tanelerine bırakmayı kabul etmiyor, sarhoşmuşçasına öne eğilip damlatıyordu. Doğrusu bu ocaktaki pek aptal bir çaydanlıktı. Geçimsizdi, suratsızca ateşe tıslıyor ve tükürüyordu. Hatta ve hatta Mrs. Peerybingle’ın parmaklarına direnmekte olan kapak önce tepetaklak oldu ve sonra da işe yarayacak bir şey için olsa göstermeyeceği ustalık ürünü bir azimle yan dönüp ta çaydanlığın dibini boyladı. Diyeceğim o ki; Royal George’un teknesi bile sudan çıkmaya karşı o çaydanlığın kapağının Mrs. Peerybingle onu tekrar çıkarmayı başarana kadar gösterdiği gibi bir direnç göstermemiştir.
O anda bile inatçı ve suratsız görünüyor, sapını bir tür meydan okuma havasıyla taşıyor, burnunu küstahça ve alay edercesine Mrs. Perrybingle’a uzatarak âdeta: “Kaynamayacağım işte! Beni hiçbir şey zorlayamaz!” diyordu.
Ancak Mrs. Peerybingle, yerine gelen hoş mizacının da etkisiyle ufak ve tombul ellerini silkeleyip gülerek çaydanlığın karşısına oturdu. Bu arada alev neşeyle yükseldi ve guguklu saatin tepesindeki ufak çiftçiyi insanda alevden başka hiçbir şeyin hareketli olmadığı ve çiftçinin de kıpırtısız Arap Kalesi’nin önünde öylece durduğunu düşündürecek kadar süreyle aydınlattı.
Ancak çiftçi hareket ediyor, saniye başı sağa doğru iki kere olacak şekilde düzenli ve nizamlı spazmlarını yaşıyordu. Ancak saatin ötme zamanı geldiğindeki acılarını görmeye yürek dayanmazdı. Guguk kuşu Kale’nin açılır kapısından başını çıkarıp altı kere ses verdiğinde bu onu sanki iyi saatte olsunlar gelmişçesine ya da bir şeyler o sıska bacaklarını çekiştiriyormuşçasına sarsıyordu.
Bu dehşete düşmüş çiftçi ancak altındaki ipler ve ağırlıkların şamatası ve vızıltı sesi durulduktan sonra kendine geliyordu. Ürkmesi de boşuna değildi çünkü saatlerin bu tıngırdak, kemikli iskeletleri iş üstündeyken çok telaşlı olurlar ve ben birilerinin özellikle de Hollandalıların neden bunları icat etmek gibi bir işe giriştiklerini hiç anlamamışımdır. Hollandalıların büyük sandıkları sevdiklerini ve kendi alçak raflarına sığamayacak kadar çok kıyafetleri olduğunu herkes bilir. Bana kalırsa saatlerini bu kadar sırık gibi ve korumasız yapmamaları gerektiğini bilmeleri gerekirdi.
Artık görülebileceği üzere su ısıtıcı yelkenleri suya indirip cana yakın ve ahenkli bir hâle bürünmüş, boğazında sorumsuz gurultular çıkarmaya başlamış, sanki henüz cana yakın olmak konusunda kesin kararına varamamış gibi kendini burundan çıkarken aniden kesilen kısa ve anlamlı horultulara kaptırmıştı. Böylesine muhabbetli hisleri bastırmaya yönelik birkaç nafile çabanın ardından bütün huysuzluğunu, ihtiyatını üstünden atıp o kadar cana yakın ve neşeli bir şarkı patlattı ki içli bir bülbül bile daha iyisini yapamazdı.
Üstelik öylesine de doğaldı ki! Laf olsun diye söylemiyorum ama orada olsanız sahneyi açık bir kitap gibi -hatta aklımıza gelebilecek herhangi bir kitaptan da daha iyisi- okurdunuz. Keyifle ve incelikle aydınlık bir bulutun içinde ileriye atılan ve birkaç metre yükselerek kendi evcil cenneti olarak seçtiği bacanın köşesine biriken ılık nefesiyle birlikte şarkısını o güçlü neşe ve enerjisiyle sürdürdü, demirden bedeni ateşin üstünde mırıldandı ve kıpraştı ve daha az önce isyankâr olan o kapak -bu aydınlık bir etkinin örneğidir- bir tür horona girişti ve ikiz kardeşinin ne işe yaradığını hiç bilememiş sağır ve dilsiz genç âdeta bir zil gibi kıpraşmaya başladı.
Ancak çaydanlığın bu şarkısı dışarıdaki birini içeri davet etme ve karşılama şarkısıydı: O anda samimi ufak eve ve gevrek ateşe doğru gelmekte olan birini. Buna hiç şüphe yoktu. Mrs. Peerybingle ocağın başında düşüncelere dalmış hâlde dururken bunu pekâlâ biliyordu. Karanlık bir gece, diye çığırdı çaydanlık ve çürümüş yapraklar yolu kaplıyor. Tepemizde sis ve karanlık, altımızdaysa çamur ve toprak var. Bu üzgün ve kasvetli havanın tek bir rahatlatıcı