Ocaktaki Ağustos Böceği. Чарльз Диккенс
sonucu sayılırdı bu.
Çaydanlığın solo performansının sonu gelmişti. Etkisinde herhangi bir azalma olmayan bir şevkle devam edecekti ama Ağustos Böceği nağmeyi ele geçirdi ve bir daha da geri vermedi. Tanrı aşkına nasıl da şakıyordu! O tiz, delici sesi evde yankılanıyor ve dışarıdaki karanlıkta da âdeta bir yıldız gibi ışıldıyor gibi geliyordu insana. Ses en gür hâline geldiğinde kelimelerle açıklanamaz bir titreklik ve sarsıntıya büründü ve bunun anlamı ayaklarının hareketlendiği ve üstesinden gelemediği keyfinden dolayı da bir kez daha zıpladığı anlamına geliyordu. Yine de birbirlerine çok uyumluydu şu çaydanlık ve Ağustos Böceği. Şarkının ağırlığı hâlâ aynıydı. Birbirleriyle yarış hâlinde gittikçe daha gür sesle söylüyorlardı.
Güzel ufak dinleyici -çünkü gerçekten de güzeldi ve gençti de: Etli hamur denilen bir fiziğe sahipti ama benim buna herhangi bir itirazım yok- bir kandil yaktı, her zamanki gibi dakikaları hasat etmekte olan çiftçiye bir bakış attı ve camdan baksa da karanlık sebebiyle cama yansıyan kendi görüntüsü dışında hiçbir şey göremedi. Benim fikrimse (sizin de fikriniz bu olurdu) uzun süre baksa da kayda değer bir şey göremezdi. Geri dönüp önceki yerine oturduğunda çaydanlık ve Ağustos Böceği rekabetin müthiş hiddetiyle hâlâ atışmaya devam ediyordu. Çaydanlığın zayıf yönü de apaçık biçimde ne zaman yenildiğini bilmemesiydi.
İşin içinde yarışın heyecanı vardı. Şırrıp, şırrıp, şırrıp! Ağustos Böceği bir mil ötede. Cır, cır, cır – r – r! Çaydanlık uzaktan assolist gibi oynaşıyor. Şırrıp, şırrıp, şırrıp! Ağustos Böceği hemen köşede. Cır, cır, cır – r – r ! Çaydanlık kendince ona yetişiyor, aklında pes etmek yok. Şırrup, şirrup, şirrup! Ağustos Böceği âdeta tazelendi. Cır, cır, cır – r – r! Çaydanlık yavaş ve istikrarlı. Şirrup, şirrup, şirrup! Ağustos Böceği onun işini bitirmeye çalışıyor. Cır, cır, cır – r – r! Çaydanlığın işinin bitirilmesine izin vermeye niyeti yok. En sonunda öyle bir karman çorman, palas pandıras hâle büründüler ki çaydanlık ötmüş de Ağustos Böceği homurdanmış mı, yoksa Ağustos Böceği ötmüş de çaydanlık mı homurdanmış yoksa ikisi de ötmüş, ikisi de homurdanmış mı bunu kesin olarak anlamak için sizin kafanızdan da benim kafamdan da daha sağlam bir kafaya ihtiyaç vardır. Ancak şuna şüphe yoktur ki hem Ağustos Böceği hem çaydanlık yalnızca kendilerine tanınan bir güç sayesinde aynı ve tek bir anda camdan taşıp yola yayılan ışıkla birlikte dağılan avutucu yuva şarkısını patlattılar. Tam o anda kasvetin içinden oraya yaklaşmakta olan belli bir kimseye sanki kelimenin tam manasıyla titreyerek ve bağırarak “Eve hoş geldin eski dost! Eve hoş geldin oğlum!” diyorlardı.
Bitkin düşen çaydanlığın kaynayıp ateşten alınmasıyla sonuna geldi. Mrs. Peerybingle hemen kapıya koştu çünkü arabanın tekerlekleri, atın nallarının sesi, bir adamın sesi, heyecanlı bir köpeğin bir o yana koşuşturması ve bir bebeğin şaşırtıcı ve gizemli biçimde ortaya çıkması ve bilmem kimin ziyareti gerçekleşmekteydi.
Bebek artık nereden gelmişti ya da Mrs. Peerybingle onu nasıl kaşla göz arasında kucağına almıştı bilmiyorum. Ama Mrs. Peerybingle’ın kollarında kanlı canlı bir bebek vardı ve kendinden çok daha uzun ve çok yaşlı olan onu öpmek için epey eğilmesi gereken güçlü kuvvetli bir adam tarafından nazikçe ateşin yanına doğru götürülürken bu bebeğe karşı gözden kaçmayacak bir gurur besliyor gibi görünüyordu. Ama adamın zahmetine değerdi. Bel ağrısı olan iki metrelik biri bile bunu yapardı.
“Tanrı aşkına John!” dedi Mrs. P. “Bu havada bu ne hâl!”
Adamın yakası paçası kaymıştı, buna şüphe yoktu. Kalın sis tabakası donmuş şeker gibi kirpiklerinde kümeler oluşturmuştu ve sisle ateşin karışımı bıyıklarında âdeta bir gökkuşağı oluşturmuştu.
“Ne olacak Dot.” diye yanıt vermeye koyuldu sakince, boynundaki şalı çıkarıp ellerini ısıtırken, “So- sonuçta yaz değil bu. Normal bu hava.”
“Bana Dot demesen ne iyi olur John. Hiç hoşuma gitmiyor.” dedi Mrs. Peerybingle: Bundan açıkça hoşlanmadığını belli eden bir edayla dudaklarını büzerek.
“Ne diyeceğim ki başka?” diye karşılık verdi John kadına gülümseyip kocaman eliyle kolunun izin verdiği kadar narin bir şekilde onu belinden kavrayarak. “Hanimiş de hanimiş benim…” -tam bu anda bebeğe bir bakış attı- “Hanimiş de hanimiş benim söylemeyeceğim, şimdi göz falan olur ama tam bir espri patlatacaktım. Daha önce böyle yerine cuk diye oturan espri bulmuş muydum bilmiyorum.”
Zaten ona kalsa hep aklına öyle ya da böyle zekice bir şey gelmiş olurdu: Bu hantal, yavaş, dürüst John’un. Bu ruhu hafif, bedeni ağır olan, dıştan sert, içten yumuşacık, dıştan çok donuk ama içten çok akıllı, vurdumduymaz ama öylesine iyi kalpli olan John’un! Ah Doğa Ana, çocuklarına zavallı Ulak’ın göğsünde saklanmış olan gerçek şiiri nasip et -bu arada o bir Ulak’tı da- biz de onların düzyazıdan bahsedip düzyazıya yaraşır bir hayat sürmelerine dayanabilelim ve onların dostluğu için seni kutsayalım!
Minyon Dot’u kucağında bebeğiyle görmek hoştu: Taş bebek gibi bir bebekti: Oyuncu bir düşünce hâliyle ateşi izliyor, başını tuhaf, yarı doğal yarı sahte, tümüyle sığınmış ve makbul bir edayla Ulak’ın sağlam bedenine yaslayacak kadar yana eğmiş hâlde duruyordu. Onu o hassas tuhaflığıyla, kaba desteğini onun narin ihtiyacına uydurma çabasıyla ve iri yarı orta yaşını onun çiçekler açan gençliğine bir destek bastonu olarak kullanmasının göze hiç de tuhaf görünmemesini izlemek hoştu. Bebek için arka planda beklemekte olan Tilly Slowboy’un bu birleşmeye karşı özel bir anlayışı (ilk gençlik yıllarından beri) olduğunu, ağzı ve gözleri kocaman açılmış başını öne atmış sanki gördüğü sahne havaymış gibi içine çekişini gözlemlemek hoştu. Ulak John’un Dot tarafından az önce sözü geçen bebeğe atıfta bulunulduğu zaman tam çocuğa dokunmak üzereyken sanki onu kırabileceğini düşünmüş gibi eğilerek sevgi dolu bir çoban köpeğinin olur da bir gün kendini ufak bir kanaryanın babası olarak bulmuş olursa göstermesi beklenen türden şaşkın bir gururla incelemesini izlemek de eşit derecede hoştu.
“Çok güzel değil mi John? Uykusunda çok tatlı görünmüyor mu?”
“Çok tatlı.” dedi John. “Hem de çok. Genelde uyuyor değil mi?”
“Aman John! Hiç olur mu öyle şey?”
“Ah.” dedi John düşüncelere dalarak. “Bana gözleri genelde kapalı gibi gelmiş. Vay canına!”
“Tanrı aşkına John, insanı ürkütüyorsun!”
“Gözlerini öyle belertmesi normal değil!” dedi şaşkın Ulak. “Değil mi? Baksana nasıl da ikisini de aynı anda kırpıyor! Ağzına bak hele! Japon balığı gibi açıp kapatıyor!”
“Sen baba olmayı hak etmiyorsun, etmiyorsun.” dedi Dot yaşlı bir ev kadınının ağırbaşlı ifadesiyle. “Ama sen çocukların ufak dertlerini nereden bileceksin John! Sen onların adını bile bilmezsin aptal adam.” Sonra bebeği sol koluna alıp biraz canlansın diye sırtına vurduktan sonra gülerek kocasının kulağını çekti.
“Hayır.” dedi John paltosunu çıkararak. “Çok doğru dedin Dot. Ben bu konuları pek bilmem. Benim tek bildiğim bugün rüzgârla epey cebelleştiğim. Bütün yol boyunca kuzey doğudan tam arabaya doğru esti.”
“Zavallı adamcık öyle mi oldu?” diye bağırdı Mrs. Peerybingle hemen kendini toparlayarak. “Al! Canımın içi Tilly’yi sen tut da ben de bir işe yarayayım. Tanrı biliyor severken boğacağım diye korkuyorum resmen! Çekil bakalım Boxer oğlum, iyi köpek seni, çekil bakalım! Hemencecik çayı