60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi. Анонимный автор
anneme onu sarışın bir kadınla gördüklerini söylemişti. Hatta kadının evini bile söylemişlerdi. Dedikoducu için mesele mi?..
Bir akşam babam eve dönmedi.
Seher vakti annem giyinip evden çıktı.
Gösterdikleri eve gitti.
Ve kapıyı çalmadan itekleyip açtı.
Babam ayaklarını yataktan aşağı sallandırmış kadife pantolonunu giyiyordu. Yatağın yanına çıkarılmış krom rengi çizmeleri pırıl pırıl parlıyordu. O ise… işte o kadın!.. Masaya kahvaltılıkları yerleştiriyordu…
Annemin kalbi çırpınmaya başladı, tekledi, sanki karanlık bir dünyaya düşmüştü.
Ve işte orada biz üçümüz o sarışın kadını görmüştük. O yürüyor, ben ise bizim “Jensovet”in ona nasıl yaklaştığını gözlerimde canlandırıyordum. O zamanlar gördüğümüz o kadının kim olduğunu bilmiyordum tabii. Babamın ölümünden bir yıl sonra annemin anlattığı, seher vakti kadının evine gidip orada altı dar şalvar pantolonunu giyen babamı gördüğü, hikâyeyi işittiğimde boğazım yandı, kahrımdan öldüm.
Acı, taş olup boğazıma düğümlendi.
Ne çare ki ağlayamadım çünkü yutkunamıyordum. Ağlarken yutkunmalısın ki boğazına düğümlenen kırgınlığı da yutabilesin…
Artık eser kalmayan ilk kırgınlığım. Onu yıllar alıp götürdü.
Benim bu kırgınlığımdan yalnızca keder kaldı. Tozlu, kederli bir sis. Yakından baktığım bir kitabı bürüyen yarı kapalı, beyaza çalan bir perde misali. Şimdi o kitaptan gözlerini biraz ayır; biraz uzaktan, gözlük camının artı “bir” yahut “bir buçuk” mesafesinden bak. O sis eriyip kaybolur, Kelimeleri açık seçik okuyabilirsin: “Bir varmış, bir yokmuş…”
– Sana bakıyorum: Yanakların tombul, dudakların dolgun, karnın tok… Sen de bana bakıyorsun. Hayatından memnun bakışların bana dikilmiş. Bakışların derindir, belki de düşündüğümden de derin.
– Ne demek istiyorsun? Açıkla!
– İşte!.. Gözlerinde bir huzursuzluk gezindi!.. Buna ben şahidim!.. Kendini beğenmişlerden nefret ediyorum.
– Biliyorum.
– Mademki biliyorsun, iyi dinle!
– Ne demek istediğini de biliyorum.
– Bilsen de diyeceğim!
– Neden? Yoksa içini mi dökmek istiyorsun?
– İstiyorum ki benim huzursuzluğum sana malum olsun, ağır bir taş olup yüreğini ezsin!
– Yüreğimiz demek ki bir değil!
– Artık birdir! Ancak önceden sana baktığımda tombul yanaklarını, koyu gözlerini gördüğümde yüreklerimiz aynı değildi. Sen bana bir yabancıydın. Ben uzak savaş gününü sana hatırlatmak istiyorum!.. Annene söylediğin sözler aklında mıdır?
– Benim ilk gaddarlığım!.. Şu anda bile anneme bu sözleri neden söylediğimi bilmiyorum.
– Hele anlat da duyayım!
– Mümkün değil !.. Anlatsam dilim tutuşup yanar!..
– Yazmak kolay mı sanırsın?! Sen miydin “Ekmeği yolda yemişsin” diye bağıran?! Sen miydin “Ekmeği böl” diye talep eden?!
– Hiç bilmiyorum o sözler dilimden nasıl döküldü!..
– Neden sustun? Konuş!
– O sözleri sana kim hatırlattı?
– Hep aklımdaydı.
– Tamam da neden özellikle şimdi bunu söylüyorsun?!
– Bilmiyorum.
– Acaba dün uykunda uzak savaş günlerine mi döndün? Evinizi mi gördün? Üstüne muşamba serili kare, büyük masa, muşambanın bir köşesi ütüden yanık, yüksek tavanlı odamızı güçlükle ısıtan gaz ocağı, yayları çıkmış ve yüzü yırtılmış yamalı sedir, sedirin üstünde oturan yorgun bakışlı annen…
– Sürekli rüyamda görürüm, ama dün gece görmemiştim.
– Acaba…
– Sebebini sorma! Önünde sonunda diyecektim bunu sana!.. O sözleri annene dedin, ya sonra? Sonra ne oldu?!
– Sen biliyorsun ya.
– Anlat!
– Annem şaşkınlıktan büyümüş gözlerini üzerime dikti. Heyecandan dudakları titredi. Nedense söylemek istediğini söyleyemedi, dudakları titredi. Birdenbire oda öyle bir sessizleşti ki ben korku içinde yerimden fırlayıp kalktım. Dediğim sözler beynimde yankılandı. Annemin bakışlarına dayanamayıp odadan çıktım, kahrım beni boğuyordu.
– Annen gerçekten de yolda o ekmekten bir lokma yemişti…
– Sus! Yıllar geçtikçe mahcubiyetimin yükü!..
– Şimdi nasıl?!
– Çok ağır!
– Acaba tokluktan şişmiş misin?! Karnın dolmuş mu?!
– O günleri geri getirebilseydim!..
– Keşke!
– Akşam eve döndüm. Annem beni bekliyordu. Yüzüme bakıp sakince ama kararlılıkla: “Ekmeği başkaları gibi bölersek ödüm patlar.” dedi. “Ben de bunu istemem!” dedim.
– Biliyorum, ama annem o gün ekmeği böldü! Kendi lokmasından senin payına…
– Sus, söyleme!.. Sen de biliyorsun ki ben o lokmaya ilişmedim!
– Aferin!
– Lokmayı anneme verdim.
– Alkışlar!
– Anneme yedirdim!
– Ha ha!..
– Bununla kendimi aklamak istemiyorum!
– Bunu beceremezsin de!
– Beni affet!..
– Kes sesini: O sözler bir kere söylendi!
– Annem suçumu bağışladı!
– Yoksa sen özür mü diledin?!
– Hayır.
– İyi de nereden bildin bağışladığını?
– Hissediyorum.
– Neden?
– Annem ömrünün sonuna kadar beni gözetti, ben…
– Yeter! Sus!.. Annen bağışlasa da ben bağışlamıyorum! Bağışlayamıyorum!.. Belki ömrünün sonunda, kalbinin durmasına bir saniye kalmış, vakti olsa, senin yaptıkların düşünce terazisinde tartıldığında bağışlayabilirim!.. Belki!.. Şimdi ise def ol git karşımdan!..
İlk, önce…
Ve sonuncusu.
Demesen olmaz!
Gıpta ve haset!
Anında bende uyanan hisler. Ve her defasında taptaze.
Oğluma haset, oğluma gıpta…
Annesi var, sıcacık sesli, genç ve sağlıklı. Eli müşfik, bakışları düşünceli, sevgi dolu.
Anneme benziyor.
Annem gibi…
Ancak annem değil, o oğlumun annesi.