60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi. Анонимный автор
ilk hatırda kalışım.
O baş kilisenin avlusu. Çimenlik, yemyeşil taze otlar, boyumca, benden de uzun. Babam köyden bir kuzu alıp gelmiş. Kuzuyu tozlu şehrin çimenlik bir yerinde otlatıyorum. Kuzu sakin sakin (bir kendisi, bir ot bir de ben varım) otları küçük küçük koparıp yiyor. Beyaz postlu, yuvarlak gözlü, alnı töbel bir kuzu… Ne kesildiği aklımda ne de tadı; uçurum!..
Yok yok, sanki ilk olarak şu hatırımda: Komşumuz oğlunun nazıyla oynuyor, kucağına oturtmuş küfretmeyi öğretiyor. “Hay senin diline kurban!” diyor. “Söv kime istersen!.. Banaaa?! Küfret, diline kurban! Hem bana da küfret!..” Sıcak bir gündü, beni ve oğlunu gezmeye götürüyor; fotoğrafımızı çektirmek istiyor. Dar ve karanlık bir odada fotoğrafımızı çekiyorlar: Oğlunun ağzında uzun bir sigara, en iyisinden, benim elimde ise kibrit, güya yakıyorum; o da çekiyor. Sigara da yalan kibrit de; sadece fotoğraf gerçek. Bir de baba, çünkü hâlen sağ, oğlu ise dönülmez dünyasında…
Belki de şudur ilk hatıram: Gramofon çalıyor. Çalgıcılar sanki, bir kutunun içine oturup çalıyorlar, yukarı çıksalar inanırım; çünkü, şaşırmanın ne olduğunu bilmiyorum. Horoz sırtında bostan eken bir cırtdandan14 az şey duymamışım. Beni sandalye üstündeki bir taburede oturtmuşlar, ayaklarım değil yere taburenin iki ayağını birleştiren çıtaya bile erişmiyor. Milis15 karakolundayım, üçüncü şube… Karakol ve gramofon!.. Benim, bir de erkekler…, uzun boylu, geniş omuzlu büyükler… Babam hızlı hızlı konuşuyordu, ben onun sözlerini anlamıyordum: “Ben İşçi-Köylü ittifakının milisiyim!..” Gramofon lezginka16 çalıyordu, adamlar da burada, milis komiserinin dar ve küçük odasında atlayıp zıplayarak, hızlı hızlı oynuyorlardı. Askı kemerler gıcırdıyor, paçaları dar şalvar pantolonlar daha da kabarmış, pırıl pırıl parlayan çizmeler etrafa ışık saçıyor. Oynamak babamın hoşuna gidiyor, oynamaktan bıkmıyor; gramofon ise çaldıkça çalıyor, yorulmak bilmiyordu… Babam bazen ayak uçlarında oynuyor, kolları havayı kılıç gibi kesip doğruyordu… Hâlen bu musikiyi ara sıra işitirim, çok nadir zamanlarda; o zamanların üzerinden sanki asırlar geçmiş, belki bu hatırımdaki şey, hiç olmamış, belki de bir hayal?.. Lezginka ve oynayan adamlar!.. Çoğu, babam gibi şehirden gelip de gönüllü olarak “İşçi-Köylü” milis üniformasını giyip yaptıklarına kalben inanan ve inandıklarını da yapan kişilerdi… Dudaklarda, çehrede, gözlerde sevinç, gülüş… Hoş sadalar, şen sesler… Gözüm adamlarda!.. Onların ardındaki dünyayı ışıklar içinde görüyorum ve hiçkimseden, hiçbir şeyden de korkum yoktur. Oynayan adamlar!.. Mola zamanı mıydı, yoksa bayram mı?.. Yalnızca bu anlattıklarım hatırımda, adamların dansı… Adamlar… Onların yaşı kaçtı ki? Yirmi, en fazla otuz… Benim şu anki yaşımdan çok ama çok az… Benden çok ama çok gençtiler o devirde oynayan adamlar… Ancak aklımda dev gibi kalmışlar; uzun boylu, iri yarı adamlar.
Acaba bu da mı değildi ilk hatıram?
Peki, yahu ilki neydi?
Birini anlattım, diğerinden bahsettim, ama itiraf edeyim ki, ne oydu ne diğeri ne de üçüncüsü… İlk aklımda kalan hatırayı def etmeye çalıştım, olmadı da olmadı! Ancak anlatsam kimse inanmaz; “Olamaz! Uydurma!..” derler. Gerçekten de, “Bu ilk hatıram olağanüstü bir şeydir. Doğumdan öncesini hatırlamak gibi bir şeydir.” desem, bana gülerler.
Ama anlatacağım. Bırak inanan inansın; inanmayan omuz silkip gülümsesin, hiç üzerinde durmasın. En ufak ayrıntısına kadar aklımda!.. Annem beni gündüz asma beşikte yatırdı, kendisi ise büyük gövdeli, karadut ağacının gölgesinde yere serilmiş kilimin üzerine uzandı. Aniden uyanıp beni beşiğin içinde göremediğinde yerinden fırladı. “Eyvah!..” Ben beşikten yere düşmüş kum yiyordum. Kumun tadı şimdi bile aklımda: Tatsız tuzsuz bir şey, yenilmiyor ki; ufalanıyor, tane tane olup toplanıp ağızda kalıyor, dişlerin arasında… Yok, daha dişlerimin çıkmasına bir hayli var, bütün bir tarihî asrı geçmeliyim: Sürüne sürüne, düşe kalka, dilim söz tuta tuta…
Aklımda kalan kırıntılar…
İlk, birinci, evvelki…
Şimdiye kadarki başlangıçtı, asıl anlatmak istediğim şey ise ileridedir.
Aklımda kalan ilk sevincim…
Düşün, düşün!..
Belki şudur:
Ben Pirşağı’da yazlık evdeyim.
Evin arka tarafında duvara bitişmiş bir kum tepeciği… Bu kumu, Abşeron’da sürekli esen kuzey rüzgârları getirmiş ve duvarın dibine yığa yığa bir tepecik oluşturmuş.
Biz damdan bu tepeye zıplayıp temiz kuma düşüyoruz, içine batıyoruz.
Birden, sanki birisi “Annem geliyor!” dedi.
Aslında hiçkimse bir şey demedi, yüreğime doğdu.
Annem sanatoryumdan17 geliyordu.
Onun ilk ve son istirahati.
Kum tepesinden ayağımı güç bela çekerek adeta büyünün etkisinden kurtulanlar gibi aceleyle çıktım ve yalın ayak, ılık kuma bata çıka yumuşak ve sessiz köyün sokağında koşturdum.
Sokağın kat kat tozundan ayaklarımdan dizime kadar beyazımsı bir perde indi, adeta bir toz bataklığı. Sokakta tozu dumana katarak koşturuyorum, öyle bir koşuyordum ki ok atsan yetişmez. E tabii, yüzünü bir aydan beri görmediğim annemi karşılamak için acele ediyorum.
Uzaktan yalnızca annemin yüzünü görüyorum.
Yüzüne bir gülümseme yayılmış, elbette o da mutlu, aksi mümkün mü?
İşte, annem!
Koşa koşa kucağına atlıyorum, beni tutuyor ve bağrına basıyor, kucağında götürüyor, sağlam, güçlü ve en yüce… Tek. Eşi bulunmaz. Yalnızca benim…
Acaba…
Hayır, sanki, ilk mutluluğum yalnızca budur…
Ama yok, birini daha hatırladım: O muydu ilk sevincim, yoksa bu mu?..
Teyzem, benim atik, tetik, cesur, sözünü esirgemeyen teyzem beni arabacıya emanet etti.
Köyden şehre geliyorum. Ben ve arabacı.
Araba gidiyor da gidiyor, akşam olmak üzere, biz ise hâlâ yoldayız, varacağımız yere bir türlü ulaşamıyoruz.
İlkin patika bir yolda gidiyoruz, sonra taş yola çıkıyoruz, bizi peşpeşe elektrikli trenler geçiyor… Arkadan geldiğini duyuyoruz, kulağımıza dalga dalga dolan düdüğünü çalıp ok gibi geçiyor, etrafa bir sıcaklık yaya yaya… Biz ise ha babam gidiyoruz. Her yerde kuleler görünüyor, etrafa petrol kokusu yayılmış ki bu petrol kokusu, çocukluğumun, bütün hayatımın kanına sinmiş, içime işlemiştir. Bu kokudadır; yollarım, aziz, güzel şehrim, deniz ve beni geçmişime, doğduğum topraklara bağlayan sayısız teller.
– İşte, tepe, buradan itibaren taş yol başlıyor. Buradan, bu yükseklikten şehir görünmekte, ışıklar içinde, öbek öbek evler, köşkler. Az kalmış, varmışız…
Artık şehirdeyiz.
Arabacı arabayı doğruca sokağımıza sürüyor.
“Evinizi bulabilir misin?” diye soruyor. Yüzü kapkara, sakallı bıyıklı biri. Simsiyah gözlerini bana, ‘şehir çocuğu’na dikmiş, sanki gülümsüyor.
Bu nasıl söz? Niçin bulamayayım?! Budur işte, evimiz de sokağımız da bahçemiz
14
Çelimsiz, sıska, cılız.
15
Sovyet döneminde polise verilen isim.
16
Dağıstan halk oyunu.
17
Emekçi insanların istirahati ile meşgul olan müessese.