60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi. Анонимный автор
sağdı; annem de babam da… Genç, sağlam ve güçlü… Saadet ve bahtiyarlık… Giderek yaklaşan, evin eşiğinde duran savaştan habersiz… Işıkları söndüren savaştan… Belki de duymuşlardır, biliyorlar, ancak bana şimdi öyle geliyor ki duymamışlardı… Ama başka bir faciadan gerçekten habersizdiler, bilmiyorlardı ki yaşamaları için çok az vakit kalmıştı.
Bu ışık ise hiç sönmeden yanıyordu, ilk sevinç ışığım.
Kim bilir, ne kadar yanacak, benimdi ya, yalnız benim ışığım, ilk ve ebedî… Bu sözün manasını şimdiye kadar idrak etmiyordum, şimdi yavaş yavaş anlıyorum… Ve yanıldığıma da zerre kadar şüphem yoktur.
Hatırımdaki ilk kederim…
Hiç hatırlamasam daha iyi.
Çığlık!
Komşu kızın çığlığı!
Bitişiğimizde oturan ve doğuştan iki ayağı topal, benim akranım, şimdilerde ise boyları beni geçen beş oğul anası komşu kızının çığlığı!..
Bakü’nün sıcak bir Ağustos günüydü. Hem balkona hem de sokağa açılan bütün kapı ve pencereler ardına kadar açık. Umudumuz bulutsuz, yağmursuz göğedir: Ey sema, ey tabiat diye yalvarıyoruz, acaba az da olsa yel misali, rüzgar gibi bir nefesle bu durgun, alev dolu havayı kıpırdatır mısın?
Kız öyle bir bağırdı ki!.. Telefon yalnızca onların evinde vardı ve komşularımız kızın bağırışına neden olan böylesine bir faciayı ilk olarak duyabilirlerdi. Ve bunu kız duydu! Duydu ama inanamadı, ama bağırdı, duyduğu sözler çığlıklara karıştı, çığlığın içinde tekrarlandı.
Ve bu tek bir sözden ben donakaldım, ayaklarım yere çivilendi.
Betim benzim attı, yüreğim buz kesti, sanki kırılacak bir dala asıldı.
Komşum duyduğu şeye bağırdı. Bu haber herkesten çok, herkesten evvel yalnızca ve yalnızca benim içindi, ben bağırmalı ben çığlık atmalıyım.
“Öldü mü?!”
Annem öldü.
Galiba ben daha şimdilerde yaşıyorum, hayatımın asıl yılları daha ileridedir, daha yaşanacak yıllar var… Annem ise benim şu anda yaşadığımdan daha az yaşadı, hem de çok çok az.
İçimde büyüyen ilk korkaklık…
– Ben bu korkaklığı asla unutmuyorum. İstesem de unutamıyorum…
Teyzemin gözleri kızarmıştı, sesi kısılmış, adeta derin bir kuyudan geliyordu.
Beni çağırdı ve:
– Hastaneye git! Annen seni görmek istiyor!
Ben annemin dün itibariyle hastaneden çıkarıldığını duymuştum, öyle biliyordum. Ranzasını hastane yatakhanesinin bir köşesine taşımışlar, diğer hastalar ölen kişiyi görmesinler diye…
Teyzemin sözlerini ben: “Annen ölüyor, git annenle vedalaş!” diye anladım.
Ve gitmedim.
Gitmedim!
Korktum!
Ölen bir insanı görmekten korktum.
Pençesi keskin, eli kemikli görmüştüm ben onu, ölümü. Bir yapışırsa bırakmazdı.
Bu ölüm şimdi annemin etrafında dolanıyordu, annemin yanındaydı. Hem ruhtu hem de kanlı canlı biri.
Gitmeyeceğim.
Durdum ve yerimden kımıldamadım.
Taş gibi sustum, kaya misali lal oldum.
Birden “o” (kimdi bu “o”; ölüm mü? Annem mi?, hem “o” hem de “o”. Çünkü “onlar” benim korkularımda birleşmişti.) yakamdan tuttu! Aniden bana: “Haydi sen de gel, gidelim!” dedi!
İstemiyorum!
Gitmeyeceğim!
Evet korkuyorum!!!
Ahmak, vahşi korku!
Taş devri adamı, ilkel…
İlk kaygım…
Bir yıla yakın devam etti benim bu ilk kaygım…
Sokağımızın yokuşu anneme eziyet vermeye başladı, iş dönüşünde kendi başına çıkamadı.
Bir de karanlık…
Sokaklar akşam karanlığa gark oluyor, hiçbir ışık görünmüyor, çünkü savaş vardı.
Karanlık sokaklar pek tekin değildi, dehşete bile düşürebilir, çünkü savaş vardı… Asıl olan ise kalp, kalbin günden güne şiddetlenen hastalığı. Annemle yan yana yürürken kalbinin çarpıntısını duyuyorum. Sanki, annemin kalbini görüyordum, daralıyor, göğsüne sığmıyor ve temiz havaya muhtaç kalmış, hava yetmiyor, kanı vücutta dolaştırmaya gücü yetmiyor. Sanki birden duracak ya da patlayacak… Göğüs de daralıyor, kalbi sıkıyor, kalp bu sineye sığmıyor ki, sığamıyor!..
Annem, hemşire olarak çalıştığı doğum evinden çıkarken ben onu kapıda karşılıyorum. Kolumdan tutup bana yaslanarak yavaş yavaş yürüyoruz. Önceden taşlarından bile iyot kokusu gelen doğum evi binasını ve küçük bahçesini çevreleyen demir parmaklıkların yanından geçiyoruz. Köşeyi dönüp, dar Basin Sokağı’ndan tramvaya biniyoruz ve bu üç numaralı tramvay bizi gürültüler içinde getiriyor ve tozlu, topraklı Bazar Sokağı’nda indiriyor.
Ve bütün zorluklar işte bu tramvaydan sonraydı: Sokağımızın yokuşu.
Ağır ağır, yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz. Kör pencereli, tek katlı evlerin arasından. Sokak dardır. Duvarlara dokunarak, tutunarak bir köşeyi geçtik. Eski iki katlı evin kapısında annem duraklıyor. Karanlık gecede onun mavileşen, rengini kaybetmiş dudaklarını görüyorum sanki. Bir şeyler demek istiyor ama nefesi yetmiyor ki sözleri birbiri ardınca sıralasın, konuşsun. Çaresiz kalıp başını öne eğiyor, elini evin oyulmuş, rüzgârdan ve zamandan pütürleşmiş duvarına dayıyor. Ben de yanındayım, biraz geri çekilmişim ki havası artsın, benim yakın durmam onu daraltmasın, kalbini sıkmasın… Yüreğinin çarpıntısını da net olarak duyuyorum… Az kalsın ağzından fırlayıp yere düşecek… Epey gelmişiz, evimize ulaşmamıza sadece bir köşe kalmış. Annem başını öne eğiyor, kendisini cesaretlendirdiğini, kalbini yüreklendirdiğini, içine telkin ettiğini, ona geçmişi hatırlatıp: “Ey kalbim! sen böyle değildin” dediğini hissediyorum. “Bir zamanlar sen bu yokuşu bir nefeste çıkardın, şimdi ne oldu sana, ey yürek!!” “Beni neden böyle üzüyorsun, nedir benim suçum, ey yürek!” Fırça atıyor, ancak aklı artık bu yokuşta değil, merdivenlerdedir, ikinci kata bizi çıkaracak olan merdivenlerde! Anneme; “sorun değil, onu da geçeriz, hiç darlanma, yeter ki evimize ulaşalım!…” diyorum.
Tekrar yavaş yavaş, aheste aheste gidiyoruz. Ben bilerek bir adım geride duruyorum, kasten adımlarımı yavaş atıyorum ki, o da acele etmesin, benim de yorulduğumu zannetsin. Sansın ki yalnızca kendisi acele ediyor, durup bir az dinlenebilir, niye, neden acele ediyor?..
İkinci ve sonuncu sokağı geçiyoruz, işte, bizim sokak!.. Duvarları dairemsi, taşları pembeye çalan, rengi karanlıkta bile görünen evim; yüksek, demir büyük kapımız… Baku’da ne kadar çok demir var: Kapılar, çitler, pencere demirleri!.. Bu kapıdan merdivenlere kadar olan yol, yani avlunun içi, o kadar da rahat değil, korku vericidir, insanı devirecek çukurları, tehlikeli tümsek ve uçurumları var; demem o ki, aceleye gerek yok, adımlarını dikkatli at… Ama ben bu kısa yolun bütün sırlarına vâkıfım, gözüm kapalı geçerim, adımlarımı nerede uzun nerede