Grimm Masalları. Братья Гримм
ve isteseydin senin olabilirdi.” demiş.
Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye iç geçirmiş.
Sonra büyük bir kasabadan geçerlerken prenses yine: “Ooo, bu büyük, güzel kasaba kimin?” diye sormuş.
Dilenci yine: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın kasabası ve isteseydin senin olabilirdi.” demiş.
Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye hayıflanmış.
Sonra büyük bir ormandan geçmişler. Prenses bir kez daha: “Ooo, bu büyük, güzel orman kimin?” diye sormuş.
Dilenci bu sefer de: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın ormanı ve isteseydin senin olabilirdi.” diye açıklamış.
Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” demiş.
Bunun üzerine dilenci: “Sürekli başka bir adamla evlenmiş olmayı dilemen beni üzüyor, ben senin için yeterince iyi değil miyim?” diye sormuş.
En sonunda küçücük bir kulübeye geldiklerinde prenses: “Aman Tanrı’m! Bu ne kadar sefil, küçük bir ev böyle! Bu sefil kulübe de kimin?” diye sormuş.
Adam: “Bu benim evim, dolayısıyla da senin bundan sonra yaşayacağın ev.” demiş.
Ev öyle küçükmüş ki prenses kapıdan geçerken bile eğilmek zorunda kalmış ve içeri girer girmez: “Hizmetçiler nerede?” diye sormuş.
Dilenci: “Ne hizmetçisi? Ne yapılması gerekiyorsa sen yapacaksın. Hemen ateşi yak, suyu koy ve bana yemek pişir. Çok yorgunum.” demiş.
Ancak prenses ne ateş yakmaktan ne de yemek yapmaktan anlarmış, bu yüzden de her şeyi dilenci adam yapmak zorunda kalmış. Yemeklerini yedikten sonra uyumuşlar. Dilenci, temizlik yapması için karısını sabah çok erken uyandırmış. Birkaç gün, sabırları taşıncaya kadar prensesin hiç de alışık olmadığı bu şekilde yaşamışlar ancak sonra kocası, prensese: “Bu böyle devam edemez. Böyle hiçbir şey yapmadan, eve para getirmeden duramazsın. En iyisi sen sepet ör.” demiş.
Sonra gidip söğüt dalı toplamış ve eve getirmiş. Prenses dalları örmeye başlamış ama sert dallar narin ellerini yaralamış.
Bunun üzerine adam: “Anlaşıldı, sen bunu yapamayacaksın; en iyisi ip eğirmeyi dene.” demiş. Ancak bu sefer de sert ipler yumuşacık parmaklarını kesmiş, kanatmış.
Dilenci: “Şu hâle bak, hiçbir işi beceremiyorsun; ben seni almakla iyi bir pazarlık yapmadım. Bakalım ben çanak çömlek yaptığımda sen onları pazarda satabilecek misin?” diye söylenmiş.
Prenses: “Aman Tanrı’m ya ben pazarda çömlek satarken babamın krallığından insanlar beni görürse? Nasıl da alay ederler benimle!” diye kaygılanmış.
Ama prensesin başka seçeneği yokmuş. Eğer kabul etmezse açlıktan ölecekmiş.
Pazarda ilk gün her şey yolunda gitmiş, insanlar güzel prensesin sattıklarını beğenerek almışlar ve ne kadar para isterse vermişler. Prensesin güzelliğinden öylesine etkilenmişler ki bazıları parasını verdiği hâlde çömlekleri almadan gitmiş. Prensesin pazarda kazandıklarıyla bir süre idare etmişler, sonra adam yeni çömlekler getirmiş. Prenses; pazarın bir köşesinde oturup, mallarını da önündeki tezgâha koyup satmaya devam etmiş.
Tam her şey yolunda giderken sarhoş bir atlı asker gelip atıyla prensesin çömleklerinin içine dalıvermiş. Bütün çömlekler paramparça olmuş. Prensesin: “Aman Tanrı’m, ben şimdi ne yaparım? Kocama ne derim?” diyerek ağlamaktan başka yapabileceği hiçbir şey yokmuş. Hemen eve koşmuş ve kocasına olanları anlatmış.
Adam: “Pazarın bir köşesinde çömlek satan kaç kişinin başına böyle bir şey gelmiştir ki? Ağlamayı kes, demek ki sen hiçbir işe uygun değilsin. Babanın sarayında mutfak yamağına ihtiyaç var mı diye sordum, seni işe alabileceklerini söylediler. En azından orada yemeklerini de bedavaya getirebilirsin.” diye azarlamış karısını.
Böylece prenses kendi sarayında aşçı yardımcısı olmuş, aşçının sağ kolu olup en zor işleri o yapıyormuş. Beline küçük kaplar bağlıyor ve mutfakta o gün artan ne varsa kocasıyla beraber karınlarını doyurabilsinler diye alıp eve getiriyormuş.
Bir gün, en büyük prensin evlilik töreni yapılırken fakir prenses yukarıya çıkıp neler olduğunu izleyebilmek için salonun kapısında durmuş. Salon aydınlatılıp da misafirler gelmeye başladığında içeriye birbirinden güzel görünüşlü, şık ve ihtişamlı insanlar girmiş. Prenses, kendisini bu hâllere düşürüp bu kadar fakirliğe iten kibir ve gururuna hayıflanarak üzüntüyle kendi kaderini sorgulamış.
Muhteşem kokan, birbirinden harika yemeklerle dolu tabaklar bir o yana bir bu yana taşınıp konuklara ikram ediliyormuş. Hizmetçiler, arada bir evine götürmesi için fakir prensese yemek kırıntıları atıyorlarmış.
Sonunda ipek ve kadifeler giymiş, boynunda altın zincir olan prens içeri girmiş; kapıda durmakta olan güzel prensesi görünce ona elini uzatıp dansa davet etmiş. Ancak prenses, bu prensin kendisine talip olarak gelen ve kendisinin alay ederek geri çevirdiği Kral Ardıçsakal olduğunu fark edince titreyerek dans davetini reddetmiş.
Prensesin direnmesi işe yaramamış. Prens onu salona sürüklemiş. O sırada, birdenbire prensesin beline bağladığı ip kopmuş ve çömlekler yere düşmüş; çorba yerlere dökülmüş, bütün kırıntılar saçılmış.
İnsanlar bunu görünce gülüp alay etmeye başlamışlar. Prenses o an öyle utanmış ki: “Keşke yer yarılsa da içine girsem.” demiş. Oradan kaçmak için kapıya koştuğunda merdivenlerde onu bir adam yakalamış, prenses bir bakmış ki kendisini yakalayan yine Kral Ardıçsakal’mış.
Kral, nazik bir sesle prensese dönüp: “Korkma, ben senin o küçük kulübede birlikte yaşadığın fakir dilenciyim. Senin aşkına kılık değiştirdim. Pazar yerinde atla tezgâha çarpıp senin çömleklerini kıran yine bendim. Bütün bunları senin o kibirli kalbine bir ders vermek ve senin alaycılığını cezalandırmak için yaptım.”
Prenses acıklı bir şekilde: “Ben çok hata yaptım, senin karın olmayı hak etmiyorum.” demiş.
Prens: “Korkma, kötü günler geride kaldı; şimdi düğünümüze kaldığımız yerden devam edelim.” demiş.
Bu anı beklemekte olan hizmetkâr kadınlar gelip prensesi güzelce giydirmişler. Sonra kral ve ardından da bütün misafirler gelerek prensese ve Kral Ardıçsakal’a ömür boyu mutluluklar dilemişler. Kutlamalar en güzel şekilde sona ermiş. Keşke, bizler de orada olup bu muhteşem eğlenceyi görebilseydik.
Yaşlı Hildebrand
Bir zamanlar, bir çiftçiyle karısı varmış. Köyün papazının gözü, çiftçinin karısındaymış ve çok uzun zamandır kadınla baş başa, güzel bir gün geçirmek istiyormuş. Kadın da papaz kadar istekliymiş. Bir gün papaz, kadına: “Dinle sevgilim; baş başa, mutlu bir gün geçirebilmemizin bir yolunu buldum. Çarşamba günü yatağa girmeli ve kocana hasta olduğunu söylemelisin. Pazar günkü vaazıma kadar düzgün bir şekilde hasta taklidi yapabilirsen ben de o günkü vaazımda; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir aile bireyi olan kişilerin İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olmaya gidip bir gümüş liraya bir tutam defne yaprağı almaları durumunda hastalarının hemen iyileşeceğini söyleyeceğim.” demiş.
Kadın, hiç tereddüt