Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс
hızlı kendilerine yaklaştığını gördüler. Araba dedeyle torunun yanına varınca arabacı atını durdurttu, ciddi bir tavırla Nell’e baktı:
– Siz şuradaki kulübelerden birine uğramıştınız, değil mi? diye sordu.
Çocuk:
– Evet, efendim, uğramıştık, diye karşılık verdi.
– Hah! Sizi aramamı söylediler. Ben de sizinle aynı yola gidiyorum. Elinizi verin bakayım. Arabaya atlayın, beyim.
Bu çok iyi olmuştu, çünkü ikisi de çok yorgundular, artık fazla yürümeye pek takatleri kalmamıştı. Onlar için bu sarsıntılı araba pek lüks bir arabaydı, onunla yola devam etmek de dünyanın en tatlı yolculuğu olmuştu. Nell, bir köşedeki saman yığınının üzerine yerleşir yerleşmez, uykuya daldı; o gün ilk uyuyuşuydu bu.
Arabanın yan yollardan birine sapıp durmasıyla kızcağız da uykudan uyandı. Arabacı arabadan indi, şefkatle, kızın aşağıya atlamasına yardım etti; sonra, biraz ilerde görünen ağaçları işaret ederek, kasabanın orada olduğunu söyledi. Kilisenin avlusundan geçen dar yoldan gitmelerinin daha doğru olacağını belirtti. Dedeyle torun da bunun üzerine yorgun adımlarını o noktaya yönelttiler.
16
Yolun başladığı küçük kapıya vardıklarında güneş batmak üzereydi. Nasıl yağmur haklıların da haksızların da üzerine aynı şekilde yağarsa, güneş de ılık ışınlarını ölülerin dinlenme yerlerine bile yaymış, ertesi gün yeniden yükselmesine umut bağlamalarını istemişti. Kilise eski, boz renkliydi, duvarlarına sarmaşıklar sarılmıştı. Sarmaşık yaprakları, lahitlerden sakınıp, altlarında yoksul, zavallı insancıklar yatan toprak yığınlarının çevresinde dolanıyorlar, onlara ömürleri boyunca bir türlü sahip olamadıkları zafer çelengini meydana getiriyorlardı. Bu çelenkler daha uzun ömürlü, daha geç solup dağılan cinstendi.
Papazın atı mezarlar arasında tok sesler çıkararak dolaşıyor, bir yandan da otları yiyordu; papaz da ölmüş dindaşlarından avuntu buluyor, bir pazar öncesinin vaazında belirttiği gibi, bütün canlı yaratıkları bu sonun beklediğini düşünüyordu. Mezarlar arasında yiyecek arayan sıska bir eşek de, kulaklarını dikerek, papaz komşusuna aç gözlerle bakıyordu.
Yaşlı adamla çocuk yoldan ayrılıp mezarlar arasında yürümeye koyuldular; çünkü, bu kesimde toprak yumuşacıktı, yorgun ayaklarına buradan yürümek daha kolay geliyordu. Kilisenin arkasından geçerlerken yakından sesler geldiğini duydular, çok geçmeden de seslerin sahipleriyle karşılaştılar.
Otların üzerine sere serpe oturmuş iki adam vardı; bunlar öylesine dalmışlardı ki yeni gelenleri önce fark etmediler bile. Bunların gezici bir kukla tiyatrosunda çalıştıklarını anlamak hiç de güç değildi; çünkü oyunun baş kahramanı Punch da mezarlardan birinin üzerine bağdaş kurmuş oturuyordu. Bol paçalı pantolonuyla, üzerine büyük gelen gömleğiyle pek de rahatsız bir şekilde oturuyordu, ha düştü, ha düşecek gibiydi.
Yerde oturan iki adamın çevresinde de, şuraya buraya dağılmış kutular içinde, temsilin öbür oyuncuları bulunuyordu. Anlaşılan, sahipleri bazı gerekli sahne onarımını yapmak için burada mola vermişlerdi. Adamlardan biri küçük bir darağacının parçalarını iple bağlamaya çalışıyordu, öbürü de dazlak kafalı komşusunun başına kara bir perukayı yerleştirmeye uğraşıyordu.
Yaşlı adamla küçük yol arkadaşı yanlarına gelince, adamlar işlerini bırakıp başlarını kaldırdılar, merakla baktılar. İçlerinden biri pek neşeliydi, gözlerini durmadan kırpıştırıyordu, burnu kıpkırmızıydı. Anlaşılan, asıl kuklacı bu olacaktı; perdede yarattığı kahramanın havasına kendisi de bürünüvermişti. Öbürünün, yani müşterilerden para toplamayı üzerine almış olanın daha dikkatli, temkinli bir görünüşü vardı. Belki de işinden dolayı böyle olması, gerekiyordu.
Yabancıları bir baş selamıyla buyur eden neşeli adam oldu. Sonra da, yaşlı adamın bakışlarından, onun belki de ömründe ilk defa sahne dışında bir Punch gördüğü kanısına vardı (Punch da, külahının ucunu pek uzun bir mezar taşı yazısına doğru uzatmış, katıla katıla gülüyordu).
Yaşlı adam, onların yanına oturarak:
– Bunu yapmak için niye buraya geldiniz? diye sordu, kuklaları büyük bir zevkle seyre koyuldu.
Küçük adam:
– Şey, gördüğünüz gibi, bu gece az ötedeki handa temsil vermeye hazırlanıyoruz da, dedi. Kukla kumpanyasının onarımla uğraştığını müşterilerimizin görmesi doğru olmaz.
Yaşlı adam, konuşmayı dinlemesi için Nell’e işaret ederek:
– Doğru olmaz mı? diye bağırdı. Niye olmaz, söylesenize!
Küçücük adam:
– Çünkü, o zaman hayal kurmaya fırsat kalmaz, oyunun tadı kaçar, diye anlattı. Baş oyuncunun gerçekte dazlak bir adam olduğunu bilirseniz onu kara perukasıyla seyretmekten zevk alır mısınız? Elbette almazsınız.
Yaşlı adam, kulaklardan birini elleyerek:
– Güzel, dedi, –sonra keskin bir kahkaha kopardı-Bu gece mi temsil vereceksiniz? Öyle mi?
Öbürü:
– Niyetimiz öyle, vali bey, diye karşılık verdi. Yanılmıyorsam, şu anda Tommy Codlin sizin buraya gelmenizin yol açtığı zararı hesaplamaya daldı. Keyfine bak, Tommy, zararın çok değildir.
Küçücük adam bu son sözleri söylerken gözlerini kırptı; yolcuların maddi durumları hakkında bir bilgi edinebildiğini anlatmak istiyordu.
B.Codlin pek ters, huysuz bir adama benziyordu. Punch’ı mezar taşının üzerinden alıp kutuya atarken bu sözlere şu karşılığı verdi:
– Bir kuruş bile kaybetmesek umurumda değil. Yalnız, sen de pek tasasızsın ya! Benim gibi, perdenin önünde durup seyircilerin yüzlerini görebilseydin, insan yaradılışını daha iyi anlardın.
Arkadaşı:
– Ah, sen bu mesleği seçmekle kendine yazık etmişsin, Tommy, dedi. Panayırlardaki oyunlarında hortlak rolüne çıktığın günlerde hortlaklardan başka her şeye inanırdın. Şimdi ise uluslararası çapta kuşkucu bir adamsın. Ben hiç bu kadar çok değişen insan görmedim.
B. Codlin, durumunu beğenmeyen bir düşünür tavrıyla:
– Boş ver, dedi. Artık her şeyi daha iyi biliyorum; kim bilir, belki de pişman olmuşumdur.
Sonra, kutudaki kuklalara dönerek, onları iyi tanıyan, aynı zamanda tiksinen bir kimse davranışıyla içlerinden bir tanesini dışarı çıkarıp arkadaşına gösterdi.
– Şuraya baksana! İşte Judy’nin elbiseleri yine lime lime olmuş. Galiba iğne ipliğin yok senin?
Küçük adam başını salladı, kuklayı tırnaklarıyla dikiyormuş gibi yaparak, usta bir oyuncu olduğunu gösterdi. Nelly, adamların zor durumda olduklarını görünce, ürkek ürkek:
– Sepetimde iğnem de, ipliğim de var, efendim, dedi. Kuklanın elbisesini onarmama izin verir misiniz? Bu işi sizden daha iyi yapabilirim sanıyorum.
B. Codlin bile böylesine isabetli bir teklife karşı koyamadı. Çok geçmeden Nelly, kutunun yanına diz çökerek, işini yapmaya koyuldu; mucize denilecek kadar başarılı bir sonuca da ulaştı.
Nell bu işle uğraşırken o ufak tefek neşeli adam ona ilgiyle baktı; gözleri kızcağızın çaresiz yol arkadaşına takılınca da bu ilgi kaybolmadı. Nell işini bitirince adam ona teşekkür etti, ne yana gitmekte olduklarını sordu.
Çocuk