Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс
dedesinin elini tutuyordu; B. Codlin de ağır ağır arkalarından geliyor, kilisenin kulesine, ağaçlara alıcı gözüyle bakıyordu. Şehirlerde, kasabalarda temsilini vermesine uygun yer aramak için çevresine bakınmaya alışmıştı.
Kasabanın hanını yaşlı, şişman bir adamla karısı işletiyordu. Hancının karısı yeni konuklarına ses çıkarmamıştı; hele Nelly’nin güzelliğine hayran kalmış, hemen onun koruyucusu oluvermişti. Yemek odasında iki kuklacıdan başka kimse yoktu; çocukcağız böyle iyi bir yere düştükleri için Tanrı’ya şükrediyordu. Hancının karısı dede ile torunun ta Londra’dan geldiklerini duyunca pek şaşırdı, onların buradan sonra nereye gideceklerini de pek merak etti. Çocuk, kadının sorularına elinden geldiği kadar iyi karşılık vermeye çalışıyordu ama, yaşlı kadın bu soruların çocuğa azap verdiğini fark edince soruşturmasından vazgeçti. Kızı alıp tezgâhın önüne götürdü.
– Bu beyler yemek ısmarladılar, bir saate kadar yemek yiyecekler, dedi. Siz de onlarla birlikte yerseniz iyi edersiniz, çünkü, bunca yoldan sonra, hayli acıkmış olsanız gerek, bence. Yo, dedene bakma. Hele sen iç, o da içecektir.
Dünya bir araya gelse, küçük kız dedesini yalnız bırakmaz, ona tattırmadan ağzına bir şey koymazdı. Bu anlaşılınca yaşlı kadın da önce dedeye hizmet etmek zorunda kaldı. Böylece, karınlarını doyurduktan sonra hepsi temsilin verileceği boş ahıra koştular. İçerisi tavandan sarkan şamdanlarla iyice aydınlanmıştı.
B. Codlin kuklalarını oynatırken çevresine merakla bakınıyordu; sanki temsilin başarısızlıkla sona ereceğine inanıyormuş gibi bir hâli vardı. Oyunun seyirciler üzerindeki etkisini anlayabilmek için de gözlerini durmadan kalabalıkta gezdiriyordu; hele hancıyla karısının temsil hakkındaki düşüncelerine pek önem veriyordu, çünkü gece yenecek yemeğin kalitesi de onların temsil hakkındaki düşüncelerine bağlı olacaktı.
Ne var ki tasalanıp, boşuna kafasını yorması da gereksizdi, çünkü temsil başından sonuna kadar pek beğenildi, ahır alkışlarla inledi. Seyircilerden kimisi ayrıca bahşiş vermek istedi; bu da, oyuncuları pek sevindirdi. Duyulan kahkahalar arasında en kuvvetlisi, en sık tekrarlananı da yaşlı adamınkiydi. Nell’in sesi duyulmadı, çünkü zavallı yavrucak, başı dedesinin omzuna dayalı, uykuya dalmıştı; öyle de derin bir uykudaydı ki, yaşlı adamın onu uyandırmak için harcadığı çaba boşa gitti.
Akşam yemeği pek güzeldi ama, kızcağız yemek bile yiyemeyecek kadar yorgundu. Öyleyken, gene de dedesini yatağına yatırıp öpmeden yanından ayrılmadı. Yaşlı adam da her türlü kaygıdan, tasadan uzak, yüzünde hoş bir gülümsemeyle, oturmuş, hayran hayran, yeni dostlarının anlattıklarını dinliyordu. Onlar esneyerek odalarına çekilmeden o da yukarıya yatmaya çıkamadı.
Yatacakları yer iki bölüme ayrılmış bir çatı odasıydı ama, hepsi de yerlerinden memnundular, bundan daha iyisini bulacaklarını da ummamışlardı. Yaşlı adam yattığı zaman içinde bir huzursuzluk duydu, Nell’in, birçok geceler yaptığı gibi, gelip yatağının yanında oturmasını istedi. Nell hemen dedesinin yanına koştu, adamcağız uyuyuncaya kadar orada kaldı.
Nell’in odasında küçücük bir delikten farksız bir pencere vardı. Küçük kız, dedesinin yanından döndükten sonra, pencereyi açtı; çevresindeki sessizlik onu meraklandırmıştı. Eski kilisenin çevresindeki mezarların ay ışığı altındaki görünüşleri kızı öncekinden daha da çok tasalandırmıştı. Pencereyi kapadı, yatağının üzerine oturup önlerindeki hayatı düşünmeye koyuldu.
Kızcağızın biraz parası vardı ama, pek azıcıktı. İşte o para da bitince dilenmeye başlamak zorundaydılar. Nell’in paralarının arasında bir altın da vardı, pek zor bir durumla karşılaşırlarsa bu parayı bozduracaktı. Altın parayı saklayıp, pek çaresiz duruma düşmedikçe, ortaya çıkarmamak en iyisiydi.
Nell kararını verince altını elbisesinin içine iliştirdi, daha hafiflemiş bir yürekle yatağına yatıp derin bir uykuya daldı.
17
Küçük pencereden içeri sızan parlak gün ışığı, çocuğun dost gözleriyle dostluk kurmak isteyerek, onu uyandırdı. Yabancı odayı, içindeki yabancı eşyayı görünce kızcağız telaşla birden yerinden fırladı, bir gece önce uyuyakalmış olduğu odadan buraya nasıl getirildiğine şaştı. Yalnız, odaya şöyle bir göz daha atınca son zamanlarda olup bitenlerin hepsi aklına geldi, yatağından umutla, güvenle dolu bir hâlde fırlayıp kalktı.
Daha çok erkendi, dede de daha uyuyordu. Nell kilisenin avlusuna doğru yürüdü, otların üzerindeki çiğ taneciklerini ayaklarıyla siliyordu. Kızcağız, mezarlarla karşılaşmamak için, daha uzun otların bulunduğu kesimlerden yürüyordu. Ölülerin evleri arasında gezinmekten, iyi insanların mezarları arasında birinden ötekine gidip mezar taşları üzerindeki yazıları gittikçe artan bir ilgiyle okumaktan garip bir zevk alıyordu.
Pek sessiz bir yerdi burası. Yaşlı yüksek ağaçların dallarına yuva kurmuş kargaların ötüşlerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bu tür yerler hep böyle olur ya. Önce bir avare kuş, yuvasına yaklaşırken, görünüşe göre tesadüfen, gerçekte ise kendi kendine konuşur gibi pek aklı başında bir hâlle kaba kaba ötmeye başladı. Bir başkası ona karşılık verdi, ilk öten kuşun sesi yine duyuldu. Bu sefer bir başkası karşılık verdi, ilk öten kuş daha yüksek bir sesle ona karşılık yetiştirdi. Daha sonra bir başkası, onun arkasından yine bir başkası öttü; her defasında da sesi ilk duyulan kuş ötekilere meydan okuyormuş gibi ötüyor ve kendi sesini daha kolay duyurabilmekte ayak diriyordu. Alt dallardan, üst dallardan o zamana kadar duyulmayan sesler yayılmaya başladı. Ortadan, sağdan, soldan, ağaçların tepelerinden, kilisenin kurşuni saçaklarından, eski pencerelerin kenarlarından daha başka sesler duyuldu, zaman zaman yükselip alçalan haykırışlara onlar da katıldılar. Bütün bu gürültülü sevinç aşağıda otların, kurumuş yaprakların altında hiç kıpırdamadan yatanların durumunu acı bir şekilde alaya alıyor gibiydi.
Nell, sık sık başını yukarı kaldırıp kuş sesleri gelen dalları inceleyerek, sanki bu gürültü mezarlığı tam bir sessizliğin sağlayacağı sessizlikten daha da sessiz hâle getiriyormuş duygusuna kapılarak o mezardan ötekine gidiyor, arada bir durup böğürtlenlerin biçimi bozulmasın diye, yapraklarını düzeltiyordu. Derken, alçak pencerelerden birinden süzülerek kiliseden içeri giriverdi. Sıraların üzerinde yapraklarını güveler yemiş kitaplar duruyordu. Yaşlı, bitkin, hayatlarından bezmiş, yoksul, yaşlı kimselerin oturdukları sıralar vardı, bunlar tıpkı orada oturanlar gibi sararmış, kırık dökük hâle gelmişlerdi. Çocukların adları yazılı olan ön sıralar vardı; o, önünde insanların diz çöktükleri gösterişsiz kürsü vardı; soğuk, eski, gölgeli kiliseye son ziyaretlerinde onların ağırlıklarını taşıyan tabutluk vardı. Her şey çoktandır kullanıla kullanıla yavaş yavaş harap olmaya yüz tutmuştu; kilise çanının ipi bile talazlanmış, yer yer incelmiş, eskimişti.
Nell, elli beş yıl önce yirmi üç yaşındayken ölen bir delikanlı hakkında yazılmış taşı okurken kendisine yaklaşan ayak sesleri duydu, arkasına bakınca da yılların ağırlığıyla iki büklüm olmuş zayıf bir kadının o mezara doğru yaklaştığını gördü. Kadıncağız Nell’e taşın üzerindeki yazıyı okumasını rica etti, kız okuduktan sonra da ona teşekkür etti, bu taşta yazılı olan kelimeleri yıllardan beri ezbere bildiğini, şimdi ise bu kelimeleri artık göremediğini anlattı.
Çocuk:
– Siz onun annesi miydiniz? diye sordu.
– Karısıydım, yavrucuğum.
Bu kadın mı yirmi üç yaşında bir delikanlının karısıydı yani? A, öyle ya, elli beş yıl önceki bir hikâyeydi bu!
Yaşlı