Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс
Bir zamanlar yapabiliyordum ama, artık o günler geçti. Beni sakın bırakma, Nell; beni hiç bırakmayacağını söyle bakayım. Seni gerçekten hep sevdim. Seni de kaybedersem, ölürüm, yavrucağızım.
Başını çocuğun omzuna dayayıp acı acı inledi. Daha birkaç gün önce çocuk, gözyaşlarını tutamayıp, onunla birlikte ağlamıştı. Şimdi ise, kibarca, sevgi dolu sözlerle, dedesini yatıştırmaya çalışıyordu; günün birinde belki ayrılacaklarını düşünmesine gülümsüyor, onun bu davranışını alaya alıyordu. Çok geçmeden de yaşlı adam rahatlayıp, küçük bir çocuk gibi, alçak sesle kendi kendine türkü söyleye söyleye uyuyakaldı.
Dinlenmiş olarak uyandı, yeniden yola koyuldular. Güzel çayırlar, üzerinde açık mavi göğün derinliklerine doğru tarla kuşunun uçtuğu mısır tarlaları arasından geçen yol pek çekiciydi. Hava mis gibi kokuyordu, arılar da, bu kokulu soluğu kendilerine mal edip, uykulu uykulu vızıldayarak uçuşuyorlardı.
Şimdi boş topraklardaydılar. Görünürde pek az ev vardı; bunlar da, birbirlerinden pek uzaktaydılar; kilometrelerce arayla olanlar bile vardı. Ara sıra yoksul kulübe kümelerinede rastlıyorlardı. Kimisinin önüne, çocukların yola çıkmalarını önlemek için, bir iskemle ya da alçak bir tahta konmuştu. Kimisinde, oturanların hepsi tarlaya çalışmaya gitmiş oldukları için, kapılar sımsıkı kapalıydı. Bunlar çoğu zaman küçük bir kasabanın başlangıcı oluyordu: Biraz sonra bir araba tamircisi barakasına ya da bir nalbant dükkânına rastlıyorlardı; ondan sonra karşılarına bakımsız bir çiftlik çıkıyordu: Avlusunda uykulu inekler yatıyor, alçak duvarların arasında atlar dolaşıyor, dışarıda eyerli atlar geçerken sanki serbest dolaşmalarıyla övünüyormuş gibi sıçramaya başlıyorlardı. Çiftlikte, yiyecek arayan somurtuk domuzlar da vardı; orada burada gezinirken homur homur homurdanıyorlardı. Tombul güvercinler damın çevresinde, saçakların uçlarında dolaşıyorlardı; ördekler, kazlar, pek böbürlenerek, havuzun kenarlarında ya da suda salına salına geziniyorlardı. Çiftlik geçildikten sonra sıra küçük hana geliyordu. Ayak meyhanesini, kasaba tüccarının, sonra avukatın yazıhanesini, acı sözleriyle meyhaneyi tir tir titreten papazın evini geçtiler. Derken, bir öbek ağacın arasından kilise pek alçak gönüllü bir şekilde ortaya çıktı. Sonra bir iki kulübe daha… Kafesler, havuzlar… Sık sık da kıyıda, eski, paslanmış bir kuyuya rastlıyorlardı. Bundan sonra yolun iki yanında sürülmüş tarlalara geliyorlar, gene bomboş yola çıkıyorlardı.
Bütün gün yürüdüler. Gece yolculara ücretle yatak verilen küçük bir kulübede gecelediler. Ertesi sabah, pek bitkin, pek yorgun olmalarına rağmen, gene yola düzüldüler; çok geçmeden, kendilerini toparlayıp, şevkle ilerlemeye koyuldular.
Dinlenmek için sık sık mola veriyorlardı ama dinlenmeleri hiç de uzun sürmüyordu; sabahtan beri pek az bir şey yiyebildikleri hâlde, yollarına devam ediyorlardı. Akşam saat beşe doğru bir küme işçi kulübesinin önünden geçerken çocuk, acaba hangisine girip biraz dinlenebiliriz, bir yudum süt isteyebiliriz, diye bakınıyordu. Bunu kestirmek hiç de kolay değildi; çünkü, küçük kız hem ürkekti, hem de terslenmekten korkuyordu. İşte şurada ağlayan bir çocuk, ötede gürültücü bir ev kadını vardı; burada insanlar pek yoksula benziyorlardı, ötede pek kalabalıktılar. En sonunda, küçük kız evlerden birinin önünde durdu. Bu evi seçmesinin başlıca nedeni de ocağın yanındaki yumuşak koltukta yaşlı bir adamın oturmuş olmasıydı: Bu adamın bir dede olduğunu, onun için kendi dedesine acıyacağını düşünmüştü.
Kulübenin sahibiyle karısından başka üç de gürbüz çocuk vardı; üçü de marsık gibi kararmışlardı. İstek açıklanır açıklanmaz yerine getiriliverdi: Büyük oğlan süt getirmek için dışarı koştu; ikincisi iki iskemleyi kapıya doğru sürükledi; en küçükleri de annesinin eteğine saklanıp, güneşten yanmış elinin altından, yabancıları gözlemeye koyuldu.
Kulübenin sahibi, ıslığı andıran ince bir sesle:
– Tanrı yardımcınız olsun, beyim, dedi. Çok uzaklardan mı geliyorsunuz?
Nell:
– Evet, efendim, çok uzaktan geliyoruz, diye karşılık verdi; dedesi ondan yardım istediği için kendisi konuşmak zorunda kalmıştı.
Yaşlı adam:
– Londra’dan mı geliyorsunuz? diye sordu.
Kız da:
– Evet, dedi.
Ah, o da Londra’ya pek çok defa gitmiş! Eskiden arabayla Londra’ya sık sık gidermiş. Oraya son gidişinin üzerinden otuziki yıl geçmiş; şehirde büyük değişiklikler olduğundan söz edildiğini duymuş. O zamandan beri kendisi de epey değişmiş ya. Otuz iki yıl hayli uzun bir devreymiş; seksen dört yaş da epey uzun bir ömür sayılırmış; yüz yaşına kadar yaşayanlar da varmış ya, olsun.
Yaşlı adam bastonunu tuğla zemine vurarak, bunu sert bir şekilde yapmaya çalışarak:
– Şu koltuğa otursanıza, beyim, dedi. O kutudan da bir tutam alın. Ben pek kullanmıyorum, çünkü, pek hoşuma gidiyor ama, kimi vakit uykumu kaçırıyor. Siz benim yanımda daha çocuk sayılırsınız. Yaşasaydı benim de sizin kadar oğlum olacaktı. Onu askere aldılar, evine döndü ama, bir tek zavallı bacağından başka bir şeyi kalmamıştı. Her zaman da, bebeklik günlerinde üzerine tırmanmaktan hoşlandığı güneş saatinin yakınına gömülmek istediğini söylerdi. Dediğini yaptık, yerini kendi gözlerinizle de görebilirsiniz. O zamandan beri de çimenliğe dokunmadık.
Adam, başını salladı, yaşlı gözlerle kızına bakarak, korkmasının gereksiz olduğunu, bu konuda daha fazla konuşmayacağını bildirdi. O hiç kimseyi üzmek istemezmiş; sözleriyle herhangi birini üzmüşse bunun için de özür dilermiş, işte bu kadar.
Süt geldi. Nell, o ufacık sepetini açıp içindekilerin en iyilerini dedesine verdi, güzelce karınlarını doyurdular. “Odanın eşyası tam bir yuva havası yaratıyordu: Bir iki kaba saba sandalye, bir masa, köşeye konulmuş bir dolap, üzerinde kırmızılı bir hanımın mavi bir şemsiye ile yürüyüşünü gösteren parlak renkli bir resim bulunan çay tepsisi, duvara asılmış birkaç çerçeve, bir küçük elbise presi, sekiz günde bir kurulan bir saat, bir iki tava, bir ibrik. Yalnız, her şey tertemiz, derli topluydu. Nell çevresine bakınırken çoktandır özlemini çektiği huzur, mutluluk dolu bir havanın varlığını duydu.
– Buradan bir şehre ya da kasabaya gitmek ne kadar sürer acaba? diye sordu.
Adam:
– Şöyle böyle sekiz kilometre kadar bir yol var, yavrucuğum dedi. Bu gece yola devam etmeyeceksinizdir elbette.
Yaşlı adam, telaşla, niyetini torununa işaretlerle anlatmaya çalışarak:
– Yo, yo, Nell, dedi. Gideceğiz, buradan uzaklaşacağız, yavrucuğum. Gece yarısına kadar yürümek zorunda kalsak bile gideceğiz.
Adam:
– Plow and Harrer Hanı’nda yolcular için odalar var, dedi. Özür dilerim ama, bana pek yorgunmuşsunuz gibi göründünüz, yola devam etmeye pek hevesli değilseniz…
Yaşlı adam, terslenerek:
– Hevesliyiz, hevesliyiz dedi. Çekip gitmeliyiz. Nell’ciğim, uzaklara gitmeliyiz.
Çocuk, dedesinin huzursuz isteğine uyarak:
– Gerçekten, gitmeliyiz, dedi. Çok teşekkür ederiz ama bu kadar çok mola veremeyiz. Ben hazır sayılırım, dede.
Ne var ki kadın, küçük yolcunun yürüyüşünden, o ufacık ayaklarından birinin berelenip şişmiş olduğunu görmüştü; bir kadın, üstelik de bir anne olduğu için, çocuğun ayağını temizleyip yaraya ilaç koymadan çıkıp gitmesine içi elvermemişti. Kadıncağızın