Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс
deliğinden, altından içeri süzülen güneş ışınlarına gözlerini kırpıştırarak bakıyor, dışarıda sinsi sinsi koşmaya, güneşte sıcacık yatmaya can atıyordu. Kafeslere kapatılmış daha soylu hayvanlar da parmaklıkların ardında kımıldamadan duruyorlar, küçük bir pencereden sızan güneş ışınlarını eski ormanların hayali parıldayan gözlerle seyrediyorlardı; sonra hapsedilmiş ayaklarını yoran daracık alanda sabırsızlanarak geziniyorlar, orada durup yine güneşe bakıyorlardı. Zindanlardaki adamlar da üşümüş, büzülmüş bacaklarını uzatarak hiçbir parlak güneşin ısıtamadığı taşa lanet yağdırdılar. Gece uyuyan çiçekler o narin gözlerini açıp güne çevirdiler. Işık, Yaradan’ın beyni her yerdeydi, her şeyde O’nun güçlülüğü vardı.
İki yolcu, sık sık birbirlerinin elini sıkarak ya da gülümseyip neşeyle bakışarak, sessizce yollarına devam ettiler. Ne kadar parlak, mutlu görünürse görünsün, o uzun boş sokaklarda –şu ruhsuz kalmış bedenleri andıran alışılmış özelliklerini, anlamını kaybetmiş, hepsinin birbirine benzemesini sağlayan o bir örnek sessizlik içindeki sokaklarda– kederli bir hava vardı. O erken saatte ortalık öylesine ıssızdı ki bizim yolcuların karşılaştıkları solgun yüzlü birkaç kişi de orada burada yanık unutulmuş sokak lambalarının güneşin haşmeti içinde pek güçsüz, önemsiz kalan ışığını andırıyordu.
Yolcular daha kasabanın dış mahallelerinden önceki yerleşmelerin dolambaçlı sokaklarına iyice dalmadan bu hava yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı, yerini de gürültü patırtı aldı. Sihri önce tangırdayarak giden yük arabaları, yolcu arabaları bozdu; sonra başkaları geldi; daha da gürültülüleri geldi, sonra da bir kalabalık bastı. Başlangıçta bir tüccarın penceresini açık görmek insanı şaşırtıyordu, sonra kapalı pencere görmek pek şaşırtıcı oldu. Derken, bacalardan ağır ağır duman yükselmeye başladı; içeri hava girsin diye perdeler dışarı atıldı; kapılar açıldı; süpürgelerinden başka her yana bakmayı akıl eden hizmetçi kızlar yoldan geçenlerin gözlerine kahverengi toz yığını savurdular ya da köy panayırlarından, bir saat sonra görecekleri manzaralardan söz eden sütçüleri dinlediler.
Bu kesim de geçildikten sonra alışveriş, yoğun gidiş geliş bölgesine geldiler. Burada pek çok insan barınıyordu, iş de daha şimdiden alevlenmişti. Yaşlı adam, bu gibi yerler uzak durmak istediği yerler olduğu için, çevresine şaşkın, afallamış bir hâlde bakındı. Parmağını dudağına bastırdı, çocuğu daracık avluların önünden, kıvrımlı yollardan geçirdi. Oraları adamakıllı geride bırakıncaya kadar da içi rahat edemedi; boyuna arkasına bakıp bakıp mırıldanıyordu: Her sokakta iflaslar, kendini öldürmeler kol geziyormuş; onların kokusunu alırlarsa peşlerini bırakmazlarmış, üstelik, pek de hızlı kaçamayacaklarmış.
Bu kesim de geçildi, pek sefil bir semte geldiler. Burada küçücük evler oda oda ayrılmıştı; paçavralarla, kâğıtlarla örtülü pencereler oralarda barınan halkın sefaletini anlatmaya yetiyordu. Dükkânlarda ancak yoksulların alabilecekleri mallar satılıyordu; satıcılarla alıcılar hep aynı sıkıntı, yoksulluk içindeydiler. İşte bunlar insanların ortadan kaybolmaya yüz tutmuş kibarlıkla yer sıkıntısı içinde son derece kıt imkânlarla zar zor ayakta durmaya çalıştıkları yoksul sokaklardı. Ne var ki, vergi toplayıcılar, alacaklılar başka yerlere olduğu gibi buraya da uğruyorlardı; pek belli belirsiz bir şekilde giderilmeye çalışılan sefalet de daha önceden umudu kesip çaba harcamaktan vazgeçenlerin sefaletinden pek farklı değildi.
Burası geniş, çok geniş bir alandı; –çünkü zenginlerin ardından gelen yoksullar, çadırlarını onların çevresinde birkaç kilometrelik bir alana kurarlar– yalnız, bu alanın özellikleri yine de hep aynıydı. Islak, rutubetli evler; birçoğu kiralıktır, birçoğu daha inşa hâlindedir, birçoğu da yarım kalmış, yıkılmaya yüz tutmuştur. İşte, bu evleri kiraya vermek isteyenlere mi, yoksa kiralamak isteyenlere mi acımak gerekir, bunu kestirmek zor olur. Yarı aç çocuklar sokaklara yayılırlar, toz içinde yuvarlanırlar; azarlayan anneler ayaklarını yere vurarak gürültülü gürültülü tehditler savururlar; sünepe kılıklı babalar, isteksiz bir hava içinde, telaşla, kendilerine günlük ekmeklerini, birkaç kuruş parayı sağlayan iş yerlerine giderler. Ütücü kadınlar, çamaşırcı kadınlar, ayakkabı tamircileri, terziler, mumcular hep işlerini odalarda, mutfaklarda, arka odalarda, aralıklarda yaparlar; kimi vakit hepsinin bir çatı altında toplandıkları da görülür.
Bu sokaklar, bölüne bölüne, en sonunda azaldılar; ancak yol kenarlarını çevreleyen bahçelerin bulunduğu yerler belirdi. Bahçelerin içindeki yazlık evlerin dışları boyasızdı, eski gemilerden alınma parçalarla yapılmışa benziyorlardı. Bunlardan sonra daha küçük kulübeler göründü. Önlerinde birer parça toprak vardı. Kulübelerin arasındaki dar yolda ayak izleri toprağın sertleşmesine imkân bırakmamıştı. Derken, kasabanın hanı göründü. Bina daha yeni yeşille beyaza boyanmıştı. Çay bahçesi, top oyunu için çimenliği vardı. Arabaların durduğu bölüm de çimenliğin yanındaydı. Sonra tarlalar göründü. Daha sonra yine evler belirdi. Bunların çimenlik bahçeleri verdi; birkaçının hizmetçiler, uşaklar için ek bölüğü bile vardı. Derken, geçmek için para ödenmesi gereken bir yol kavşağı göründü; sonra yine ağaçlarla, saman yığınlarıyla tarlalar, daha sonra da bir tepe. Oradan geçen yolcu bu tepenin üzerinde durup şöyle geriye bakınca eski Saint Paul Kilisesi’nin dumanlar arasından yükseldiğini görür. Sonra yine saman yığınlarıyla, ağaçlarla bezenmiş tarlalar başlar; sonra bir tepe görünür. En sonunda yolcu doğup büyüdüğü kente tepeden bakar, gözlerini ayaklarının dibinde karargâh kurmuş olan tuğladan, taştan istila ordusunun en ileri karakol mevkiini görebilmek için uzaklara diker, Londra’nın iyicene dışına çıktığını anlar.
Yaşlı adamla kılavuzu da (nereye gittiklerini bilmediğine göre ona “kılavuz” demek de ne dereceye kadar doğru olur bilemeyiz ya) böyle bir yere gelince dinlenmek için sevimli bir tarlanın kenarına oturdular.
Günün tazeliği, kuşların ötüşü, dalgalanan otların güzelliği, koyu yeşil yapraklar, kır çiçekleri, havada yüzen binlerce güzel kokuyla ses… Bunlar çoğumuza büyük sevinç veren şeylerdir ama, asıl kalabalık arasında yaşayanların ya da büyük şehirlerde tıpkı insan kuyusunun kovasındaymış gibi yapayalnız yaşayanların hoşuna gider. Nitekim yaşlı adamla küçük kılavuzu da bütün bunları güzelce içlerine çektiler; bu da, onları pek sevindirdi. Çocuk içten gelme dualarını o sabah bir kere daha –belki de hayatı boyunca yaptığından çok daha ağırbaşlı bir şekilde– okumuştu ama, bütün bu güzellikleri içinde duyunca duaları yeniden dudaklarına yükseldi. Yaşlı adam şapkasını çıkardı; o artık duanın sözlerini hatırlayamıyordu; yalnız bir “amin” dedi, duaların çok güzel olduğunu belirtti.
Evde Pilgrim’s Progress’in eski bir baskısı raflardan birinde dururdu; küçük kız akşamlarını sık sık bu kitapla geçirir, içinde yazılanların her kelimesinin doğru olup olmadığını, o garip adlı uzak ülkelerin nerelerde olduğunu merak ederdi. Ayrıldıkları yere bakarken, kitabın bir bölümünü iyice hatırladı.
– Dedeciğim, dedi. Kitapta sözü edilen yer gerçekten buraya benziyorsa bile burası oradan çok daha güzel, çok daha iyi. Sanki ikimiz de yanımızda getirdiğimiz bütün tasaları, düşüncelerimizi, bir daha almamak üzere, bu otların üzerine bırakmışız gibime geliyor.
Yaşlı adam elini şehre doğru sallayarak:
– Hayır, oraya bir daha dönmeyeceğiz, hiç dönmeyeceğiz, dedi. Sen de, ben de artık oradan kurtulduk sayılır, Nell. Bir daha bizi geri gelmeye zorlayamayacaklar.
Çocuk:
– Yoruldun mu? diye sordu. Bu uzun yürüyüş seni hasta etmedi ya?
– Bir