KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ. H.RAHMİ GÜRPINAR
ibarettir; gerçek değildir. Parçalardan meydana gelmeyen bir birimi tabiatta bulmak değil, bu kesinliği zihin bile kabul edemez. Nokta da öyle. Matematik ilimlerinin yapısının, bu temel gerçeklerin kesin olarak ispatlanması temeli üzerine kurulması gerekseydi matematik, ölçü olan bir’i nereden alıp belirleyecek? Kimyadaki basit cisimler denilen şeyler de böyle. Bir cismin yapı bakımından basitliği kabul edilse bile başka özellikleri bulunur, yani basit olamaz.
İrfan, memleketine faydalı bir adam olmak için gerçekten çalışır; fakat memleketimizde en gayretliler için bile ciddî öğrenim, hemen hemen elde edilmez bir şey olduğundan, bir kısım zamanını böyle bilmediği ilim incelikleriyle geçirirdi. İlim yolunda elde ettiklerinden gurur duyardı. Birçok konuda yaşıtı olan başka gençleri sığ görüşlü sayar, gözlüğünün altından acır gibi bir küçümsemeyle seyrederdi. Yabancı kitaplardan öğrendiği yeni fikirleri, İstanbul’daki bu hayatına uygulamakta pek güçlük çekiyor ve felsefenin, filozofluğun, ilim ve bilginin temelini şikâyet zannediyordu. Hiçbir şeyden memnun değildi. Memleketinden, milliyetinden, ailesinden, hemen her şeyden şikâyetçiydi. Ev halkının, mahalle ahalisinin, kısaca başkentte yaşayanların cehaletlerinden pek bezmişti. Aksaray’daki evlerinin en üst katında seçtiği yazı odasının penceresinden Topkapı taraflarına doğru bazen ümitsizce, acı acı bakardı. Uzun ve âdeta iyileşmez görünen bir sefalet altında yıkılmaya yüz tutmuş, kararmış, çarpılmış evlerin; koyu koyu yosun tutmuş damlarından sızan kederden sıkılır; sonra duvarlarının üstünde, kiremitlerinin arasında biten dam korukları, kuzukulakları, yapışkanlarla âdeta birer türbeye dönmüş delikleri, kovukları kargalara, çaylaklara, baykuşlara yuva olmuş bu damların altında geçirilen o sefil, o gamlı hayatı düşünür; gözleri sulanır, o üzüntüyle bütün bu memleket halkına şöyle bir hitapta bulunurdu:
“Ey hemşeriler! Niçin uyanıp bu sefalet tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten çok, kendinizde… Siz, sizi bu cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere destek ve taraftarsınız. Fikirlerinizi gerçekten geliştirmeye uğraşanlara sövüp sayarak canlı, yeni, besleyici, güzel telkinlerini âdeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin cahilce hor görünüşünüzden korkmasalar, lânetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, kokuşmaya dönen bu derin gerilik yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları güzelce kabul etmek için anlama gücü kazanmaya uğraşınız.”
Bu üzüntüyle İrfan, “Feylozofi Kontanporen”30 kitaplığının açık tirşe31 kaplı kitaplarını masasının üzerine döker, haftalarca çalışarak “Evrim Kanunu”na ait uzun bir makale yazar; fakat yayımlamak için gönderdiği gazetelerin hemen hepsinden uzunluğu, açıklıktan çok, yeniliğe uğraşılmış acayip bir üslûpla yazılmış olması bahanesiyle reddedilirdi. Sonra, “Evrim Kanunu” makalesini kabul lütfunda bulunmayan gazetelerin sayfalarında fikri üslûbundan bayat, ne bayağı yazılar görerek üzülürdü. Niçin böyle faydalı, ciddî makalelere rağbet eden yoktu? Hiçbir sağlam ilim temeline dayanmaksızın, hemen her gün, fikir ve üslûpça aynı bayağılıkta tekrarlanan adi şeyleri kötü bir alışkanlıkla okuyorlar, bu bayağı yazıların okuyucuları ilk bakışta anlaşılır olmayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, bir zihin gücü harcamaya bağlı bir cümleye rastlamaktan neredeyse korkuyorlar. Beynin de tembel kalan başka bir vücut organı gibi zayıflayacağını bilmeyerek bilgilerini genişletmek, zihinlerini kuvvetlendirecek ciddîlikte okumaya üşeniyorlar. Halk şakalara, mizaha, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. İrfan, “Evrim Kanunu” na ait o nefis, besleyici makalesine karşılık Hokkabaz Çiçekçioğlu’yla32 yardağı Salamon’un kaba konuşmalarını andırır bir bayağılık yazıp göndereydi, kim bilir bunu okumak için nasıl kırılacaklardı. Öyle ciddî bir makaleyi yazmaya günlerce uğraştıktan sonra bunu bir gazeteye kabul ettirebilmek için âdeta koruyucular, iltimasçılar bulmak gerektiğini İrfan anladı. Eserlerini, gençlerin kalem sadakalarıyla yaşatmaya uğraşan, okurları sınırlı haftalık bir gazeteye göndermeye başladı. İlk uzun makalesi, çeşitli başlıklarla birkaç kısma ayrılarak yayımlandı. Bu birinci eserini, basıldıktan sonra öyle bilgince, derin ve nefis buldu ki bir defa, beş defa, on defa okumakla doyamadı. Odanın kapısını kapatarak her gün birçok defa okuyor, her okuyuşunda başka bir zevk duyarak âdeta kendinden geçiyordu. Sadece, imlâ ve tamlamalarda birkaç yerde gösterdiği yanlışlıkla, düzeltilmesi gözünden kaçmış bir-iki dizgi yanlışına pek canı sıkılıyordu. Bu yanlışlarıyla bütün okurların gözünde cehaletine hükmedileceği korkusundan gelen büyük bir tasaya kapılıyor, ne yapacağını bilmiyor; o satırların içinden kazımakla, koparmakla bu kelimeleri yok etme imkânını bulamayınca tamamen kederleniyordu.
Makalesini yayımlayan gazeteyi, kitapçı dükkânlarında çamaşır mandallarıyla iplere asılmış veya yerlere serilmiş gördükçe İstanbul’un bu yeni hürriyet havası içinde kendi manevî varlığından, düşünce gücünden tesir edici bir sebebin, bir kuvvetin dolaştığını hissederek gururlanıyor ve gelip geçenlere:
“Şu gazeteyi alıp, Evrim makalesini okuyunuz. Bakınız nasıl bir ciddiyet, ne büyük bir inceleme, ne temiz bir ilerleme isteğiyle yazılmıştır,” diye bağırmak istiyordu.
Her rastladığı tanıdıktan bu yeni makalesi hakkında bir takdir cümlesi işitebilmek için onun bunun ağzına bakıyor, o gazetenin ismini söze katmak maksadıyla türlü konular, lafı asıl konuya getirecek sözler buluyordu; fakat ne yazık ki hiç aldıran yoktu. Yayın dünyasına öyle bir makale çıktığından haberi olan bir kişiye rastlamıyordu. Sonra “Nankörler!” diye okurlara, o makaleden habersiz kalan okurlara kızıyordu.
İrfan, şöhret hırsıyla yanıyor, kavruluyordu. Kendini herkese tanıtmak istiyordu; fakat bu, elde edilmesi ne kadar zor bir işti. Acaba bu memleket, İrfan’daki zekâ cevherini takdir edebilecek bir anlayış seviyesine kadar hiçbir zaman yükselemeyecek miydi? Böyle ümitsizce düşünüyor, sonra çevresine karşı derin bir tiksinmeye kapılarak her şeyi, her şeyi insafsızca tenkide girişiyor, milli örf ve âdetlerimizden hiçbirini beğenmiyor; hepsini değiştirmek gerektiğine inanıyordu.
İrfan, gençliğin hayallerindeki evlenme konusunda bile yürek sızlatıcı bir ümitsizlik, bir acılık, bir yüksünme içinde kalıyordu. Hayır! O, bu memlekette evlenmeyecekti. İşte ağabeysi Ragıp evlenmişti! Uyulması gerekli bir âdeti yerine getirmek için evlenmişti. Birkaç ay geçtikten sonra geçimsizlikler, dırıltılar baş göstermişti; çünkü karı koca arasında hisçe, zevkçe, terbiyece bir uygunluk yoktu. Hele birbiri ardına iki çocuk doğurduktan sonra kadına bir çapulculuk, bir gevşeklik, bir yıpranma gelmiş; Ragıp’ın zevk ve iştah dolu bakışları evin dışında dolaşmaya başlamıştı. Karı koca bağlılığının bozulmasının ilk dönemlerinde, bu gece kayboluşlarına birer sebep bulabilmek için epey yorulmuş; fakat sonraları buna da gerek görmeyerek gemi, tamamen azıya almış; karı koca, birbirlerinin başına âdeta birer belâ olup kalmıştı.
Bu etkili örnek, bu ümit kırıcı örnek, insanın gözünün önünde durup dururken o nasıl evlenebilecekti? İrfan, kendine eş olarak el ele vereceği, gençliğin aşk dolu hayallerinde, altın yaldızlı ufuklarında ortak bir yükselme zevkiyle uçacağı bir melek arıyordu.
Onu nerede bulacaktı? Nerede? Hayalinin ürünü olan bu benzersiz varlığı, bu hayal perisini İstanbul’da değil, en medenî memleketlerin gelişme ve terbiye çevrelerinde bile düşünemiyordu. İstanbul’da kimi alacaktı? Gezinmek için mezarlıkların çimenleri üzerine çömelerek gelip geçenlere, bezden paça bağlarını göstere göstere simit, akide şekeri, peynir, portakal yiyen hanım kızlar mı?
Hem
30
Philosophie contemporaine :Çağdaş Felsefe
31
(Far.) Yeşille mavi arası bir renk
32
Yasef Çiçekçioğlu: Osmanlı döneminde ünlü bir hokkabaz